Maraş katliamının başladığı tarihin yıldönümünde, 19 Aralık’ta Kemal Kılıçdaroğlu’ndan şöyle bir tweet geldi: “Tarihimizin en büyük acılarından biri olan Maraş olaylarının yıldönümünde; aynı acıların bu topraklarda bir daha yaşanmamasını diliyor, hayatını kaybeden vatandaşlarımızı rahmetle anıyorum”. Ve yaşananları katliam yerine olay olarak adlandırması tepki aldı doğal olarak.
Evet, tweet'in en dikkat çekici noktası burası, ya “diliyor” olmanın sinikliğine, dehşet verici işkencelerle öldürülenleri “hayatını kaybeden”ler olarak nitelendirmenin dehşetengiz hoyratlığına, suçlarının bağışlanması, kendilerine merhamet edilmesi anlamına gelen “rahmetle” anmadaki gaflete ne demeli?
Olay diyerek nitelemek yaşananları hafifletmek, sıradanlaştırmak anlamına geliyor. Evet, yeterice vahim. Ancak fazlası var. Öncelikle bu konuda Kılıçdaroğlu yalnız değil, daha niceleri vardı, var ve varolacak. Çünkü bu hâkim bir dile, devlet refleksiyle kuşanmış bir dile ait bir kullanım ve şöyle ya da böyle bizi kuşatmış durumda. Hassasiyetleri olanlar bile farkında olmadan ağına düşebiliyor. Örnekler çok da birkaçını hatırlatmak yeterli: Her biri şiddetle yok etmenin örnekleri olan, İzmir’den, Trakya’dan 6-7 Eylül’e, Çorum’dan Sivas’a olanlar ‘olay’ olarak adlandırılmaya devam etmiyor mu? Ya 1915’e neden tehcir değil de soykırım demiyoruz? Ya da 1914-1923 arası Şebinkarahisar’dan Maçka’ya, Tokat’a, Amasya’dan Giresun’a, Samsun’a, Trabzon’a olanları neden soykırım diye adlandırmıyoruz? Bunlar hiç hoşumuza gitmese de hükmedenlerle, galiplerle duygudaşlığın emareleridir. Galiplerin diline teslim olmaktır.
Dil siyasîdir, hiçbir siyasî edim dil dışında gerçekleşemez. O nedenle adlandırma basit bir müdahale değildir, geçmişin nasıl ve hangi biçim altında temellük edildiğini gösterir.
Geçmişte olan yok etmeleri olay olarak adlandırmak, onlar arasındaki derin illiyet bağlarını gözlerden kaçırmanın bir aracıdır. Sıradanlaştırmanın, olağanlaştırmanın, hâkim bir tarih anlatısının ve onun süreğenliğine hizmet etmenin aracıdır.
Yıldönümlerinde vahşet görüntülerini paylaşmak, olanları bir kez daha kayda geçirmek, anmak anlamına gelir evet, fakat kolayına o anları ele geçirmek değildir. O görüntüler olanların vahametini gösterir, ancak bu olan bitenlerin arasındaki illiyet bağlarını, ardındaki fiilî ve yapısal unsurları vermez. Bu yok etmelerdeki devletin payına vurgu yapmak veya sıradan insanların işbirliğini dillendirmek önemlidir evet, ama kısmen ve asla yeterli değildir. Çünkü devlet denen siyasî aygıtın, kullandığı her birinde farklılaşabilen araçları, seferber ettiği hikâyeleri, yani ifade biçimlerini, bunların ardındaki çoğu zaman benzerlik taşıyan amaç ve fikirleri kolayına açık etmek anlamına gelmez bu tespitler.
O siyasî aygıtın içindeki farklı çıkarlarla girişilen güç mücadelelerinin, toplumsal kesim ve kategorilerle girilen ve/veya bozulan ittifakların izini sürmek, yüz yılı aşan bu yok etmelerin aralarındaki bağlantıların fiilî unsurlarını verir. Katledenler, katliama destek olanlar neden cezalandırılmazlar ya da sözde cezalandırılırlar da asıl olarak makam, mevki, servetle ödüllendirilir, parklara, sokak ve caddelere isimleri verilerek onurlandırılır? Bugün kaç Ankaralı biliyor bir zamanlar Cinnah Caddesi’nin adının Dr. Reşit olduğunu ya da kaç İzmirli, Behiç Bey Parkı’nın maşatlık olduğunu, bugün kavga konusu Kültür Park’ın Ermeni ve Rumları yok etmek için geçmişi çok eskilere giden ekonomi-politik bir araç olan yangının kullanıldığı o Büyük İzmir Yangını’nın küllerinden doğduğunu? Bugün hiçbir şehir bu ve benzeri vahametlerden azade değil.
Şedit yok etmelerin ardındaki bu fiilî unsurlar, yapısal unsurların oluşturduğu temel sayesinde hayat buluyorlar. Araçlardan ve ifade biçimlerinden çok daha direngen ve süreğendir yapısal unsurlar. Şeyleri, insanları dağıtan, bir araya getirip toplaştıran, sözün, servetin, gücün güçlendirilmesinin ve güçsüzleştirilmesinin patikalarına sevk eden bir yönetim tekniğidir, tertibatıdır yapısal unsurlardan başta geleni. Uzlaşmaz çelişkiler yaratan eşitsizlikler manzumesidir. Yönetenle yönetileni, devlet ile toplumu ayrı entitelermiş gibi görürüz, varsayarız. Bunu temellendirecek ikna edici argümanlarımız, verilerimiz de vardır. Oysa her birindeki mikro iktidar örüntülerinin birbiriyle eklemlendiği, yönetenle yönetilen, devletle toplum arasındaki derin bağların, yakınlıkların, iç içe geçmişliklerin olduğunu ha deyince fark edemeyiz. Görünür olanda kendini dışa vuran kimi birbirine muhalif tarafların kullandıkları araç ve ifade etme biçimlerindeki farklılığına karşın ortaklaşalığını sağlayan bu yapısal unsurlardır. II. Abdülhamit’le İttihat Terakki’nin, İttihat Terakki’nin AKP ile arasındaki yapıp etmelerinde ve hükmetme biçimlerindeki paralellik, çatılışı yüz yılı aşan ve işleyen bu dipteki yönetim tekniğinin varlığı nedeniyledir. Araçları değişebilir, ancak o araçlarla gerçekleştirdikleri benzerdir.
Araçlar ve ifade biçimleri, fiilî unsurlardaki farklılaşma bu yapısal unsurlarda çentikler, yarılmalar yaratabilir, fakat kolayına yapısal olanı yerinden oynatamaz. Yapısal olanın fay hatlarını yerinden oynatmak, “umudu, cesareti, mizahı, kurnazlığı ve azimkârlığı” içinde barındıran uzun meşakkatli ısrarlı uğraşlarla, bunlardaki deneyimin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla çentik ve yarılmaların derinleştirilmesiyle mümkündür ancak. Bu nedenle de gündelik hayatın içinde bu yönde girişilen çabalar boşuna değildir, yalnız bunun ucu açık bir süreç olduğunu hep akıllarda tutarak. Kişinin niyetiyle eyleminin niyeti aynı değildir, eylem kişinin niyetinden uzağa düşer çoğu zaman. Dilde ve fiildeki eylem, uzakta ya da yakında olan diğerlerinkiyle çatışmayı, birlikte oluşu, yolları ayırmayı, birleştirmeyi doğası gereği varsayar çünkü.
Yanlış temsiliyetlerin tuzağına düşmemek, katliamsa katliam, soykırımsa soykırım demekte ısrar etmek önemli, ancak geçmişi dolduran bu şiddetli yok etmelerin görgül yanlarını değil sadece, onları birbirine bağlayan fiilî ve yapısal unsurları açığa çıkarmaya uğraşmak çok elzem. Ve bu birkaç kişinin değil, geçmişte bu yolda eyleyenlerin bıraktıklarıyla birlikte bugün ve yarın pek çok insanın şurasından burasından tutarak ısrarla ve cesaretle gerçekleştirebileceği bir şey. İşte o zaman tıpkı diğerleri gibi 19 Aralık da takvimde günlerden bir gün; zamanın bölümlenmesinin, esaslarının ve zamana dair göndergelerin devlet marifetiyle teşekkülünün iz düşümü olmaktan çıkar, ele geçirilmiş bir tarih haline gelir. Anın doldurulduğu zamanda inşa olmaya başlar tarih ve yapısal olanın miadını doldurmasına meydan verir. Özetle Nietzsche’nin cümleleriyle “bizim tarihe olan gereksinmemiz, bilgi bahçesinde başıboş dolaşan kendini beğenmiş sorumsuzların gereksinmelerinden başka türlü bir gereksinmedir. …bizim yaşama ve eyleme için tarihe gereksinmemiz var”.