1.
Dersim’in bir dağ köyünde büyümüş bir arkadaşım var. İlk tanıştığımızda, memleketinden geleli bir-iki sene olmuştu. Sessiz sakin, derin bir çocuktu. Sormadıkça konuşmazdı. Uzun zamandır görmüyorum ama hâlâ da öyledir, eminim.
Yıllar evvel bir gün, bana seksenlerde geçen çocukluğunu anlatmıştı. Çocukluğunun gecelerini.
Tahmin etmesi zor değil, o zamanlar köylerinde elektrik, su yokmuş. Doğru dürüst yol da yokmuş. Yazın sohbet muhabbet bolmuş da kış geldiğinde, her evin penceresi önünde diz boyu kar biriktiğinde, tüm köy içine kapanırmış.
Hele akşam çöktüğünde.
“Ne yapardınız” diye sormuştum.
“Otururduk”, demişti. “Hiçbir şey yapmazdık. Yapacak hiçbir şey yoktu.”
“Ee ne bileyim, hiç konuşmuyor muydunuz?” İdrak edememiştim daha.
“Konuşacak şey kalmazdı ki. Ne konuşacaksın? Yemeğimizi yerdik. Otururduk sessiz. Dışarıyı dinlerdik. Rüzgâr, tipi…”
Susarlarmış. Böyle anlattı. Hepsi önüne bakarmış. Düşünürlermiş. Hava yavaş yavaş kararır, gece simsiyah çökermiş. Arada en fazla bir iki cümle. Dışarıda fırtına…
Yatar uyurlarmış.
“Ben kimseye o sessizliği anlatamam” demişti.
2.
Kimse de o sessizliği anlayamaz zaten.
Zor, çok zor. Anlamak zor. Aynı yıllarda, seksenlerde, Maraş’ın bir köyüne, dedem ve babaannemi ziyarete gittiğimiz zamanlarda, geceleri bahçede, tepelerde rüzgârla uğuldayan kavaklara çocuk gözlerimle bakıp ürperir, sonsuzluk hissi içime dolduğunda korktuğumu dahi bilmeden korkardım. Dışarıdaki sessizlik o kadar büyüktü ki, kavakların uğultusu zihnimde, değme ses sistemlerinin beceremeyeceği yankıyı üretirdi.
Yine de benim arkadaşımı anlamam çok güç. Çünkü bizde elektrik vardı. Tepemizde bir lamba, ışığa üşüşen pervaneler, içeride sohbet… Ses vardı.
Şimdi anlıyorum ki, sese ve ışığa rağmen, o anlarda, sessiz, sakin arkadaşıma biraz olsun yaklaşırdım. Çünkü kavaklara bakıp ürperdiğimde, kendi zihnimin içinde dolaşıyor olurdum. Çok sonra okuyacağım Ahmet Hamdi Tanpınar dizelerindeki, “yekpâre, geniş bir ânın parçalanmaz akışı”na kapıldığım yer orasıydı. Sakin bir zihin, usul usul gelişen düşünceler, birbirinden habersiz korkular, umutlar; can sıkıntısıyla büyüyen telaşsız gelecek planları…
O gün bugündür o sükûneti özlüyorum.
3.
O hayat bugün bir yerlerde yaşanıyor mu? Arkadaşımın çocukluğu, benim çocukluğum… O sessizlikten geriye bir parça olsun kaldı mı?
Benim kendi hayatımda kalmadı. Belli bir konuyu uzun süre kesintisiz düşünme yeteneğimi kaybetmiş olabilirim. Ya da belli bir konuya bağlı kalmadan kendi zihnimin içinde dolaşma yeteneğini. Çocuklukta daha keskindi bu becerim; kaybolmadıysa bile köreldiğini hissediyorum. Bunun sebebi sadece hayatın hayhuyu veya artan sorumluluklarım değil; sebebi, uğultunun artması. Dijitalleşen hayatlarımıza hafif hafif sızan uğultunun artık her yeri kaplaması... Uğultu o kadar baskın ki, artık düşünemiyorum. Düşünemiyoruz.
Sadece kendimde değil, hemen herkeste gözlüyorum. Size de sormak isterim; bir konu üzerine en son ne zaman kesintisiz bir iki saat düşündünüz? Araya başka hiçbir şey sokmadan? Peki ya bir başkasını, yine araya başka bir düşünce kırıntısı, bir dikkat çelici, bir ara nağme dahil etmeden en son ne zaman kesintisiz dinlediniz? Bu iş için özel olarak tasarlanmış sinema salonlarında bile, film boyu telefon ışıkları yanıp sönüyor. Beyaz perdede film akarken, bir başkasına mesaj atılıyor, tweet okunuyor, fotoğraf bakılıyor. Sosyal medyada “şu an şu filmi izliyorum” diye ne kadar çok mesaj var. Şu an… Schrödinger’in Kedisi gibi aynı anda iki hâlde olabiliriz. Film izleyen biz. İzlemeyen biz. Düşünen biz. Düşünmeyen biz…
4.
Sonuçları var bu hâllerin.
Bir numaralı sonuç vasatlık. Hiçbir şey iyi düşünülmüş değil. Filmler, kafada başka tilkiler dolaşırken yapılmış gibi. Kitaplar, iki arada bir derede yazılmış gibi. Kararlar, uğultuya esir olmuşken alınmış gibi.
Belki benim kuruntumdur, belki kendi yeteneklerim köreldiğinden çağa suç bulmak istiyorumdur. İnsan budur, kendi kusurlarını başkasının aynasında çoğaltıp durur.
Size sormuştum; ben de cevap vereyim. En son ne zaman, başka hiçbir şey yapmadan düşündüğümü hatırlayamıyorum. Uzun uzun yürüdüm ama kulağımda kulaklık zihnime başka hayatları fısıldayıp duruyordu. O olmadığında, arada bir telefona bakıyordum. Bir bildirim mi gelmiş yoksa? Hep o küçük, sinsi dürtü…
Arkadaşım, “ben o sessizliği kimseye anlatamam” demişti. Ben kendi sessizliğimi hatırlamakta bile zorlanıyorum artık.
O zaman kavaklar uğulduyordu… Islık çalıyordu. Şimdiki uğultudan başkaydı. Zamanı genişletip derinleştiriyordu bu uğultu. Parçalanmaz bir akış kuruyordu.
Şimdi de uğulduyordur kavaklar. Ama duymuyorum artık.
*
PS: Arkadaşımın hikâyesini, başka bir vesileyle, birkaç yıl önce kendi blogumda yazmıştım; oradan aldım.