“Ben baskı olduğunu düşünmüyorum. Güney’de isteyen rahat rahat bikinisini de giyiyor, içkisini de içiyor. O baskı nerede hissediliyor anlamıyorum.”
İki gündür konuşulan bu sözler Kaya Çilingiroğlu’nun Posta gazetesinden Alev Gürsoy Cimin’e verdiği Pazar röportajından. Eveet, bu haftanın ‘özgürlükler ortamcısı’ Kaya Bey.
Bu özgürlükler ortamı çok kıyak bir ortam. Böyle paralel evren gibi, aynı anda aynı ülkede yaşıyoruz ama ortamcıların algısı bambaşka. Orada işsiz kalma korkusu, gelecek kaygısı gibi olgular yok mesela. Kimin ne iş yaptığını kestirmekte güçlük çekebiliyorsunuz ama o kadarcık kusur her cennette olur. Ortam sakinleri biz pis distopikler gibi fesat ve sorgulayıcı değiller zaten. Üzümünü yiyip bağını sormuyorlar. Arada yeni bağ bahçe düzenlemeleri için ihaleler oluyor. Yeterince uslu bir çocuk olursan Noel Baba’yı bile görebiliyorsun. (Pardon, Noel Baba konsept dışı.)
Her iki tarafta da tatiller, yemeler içmeler, çıkmalar, aldatmalar, bikiniler falan şimdilik hep serbest. Özgürlük dediğin, başka nedir ki zaten? Pembik ülkede para da bol. ‘Geçmiş günahlar’ nedeniyle endişelenmek de gerekmiyor pek. ‘Halkın sanatçısı’ olup kendinizi sevdirmeyi başarabilmişseniz, boyunuzdan büyük işlere bulaşmayıp röportajlarda da kritik noktalarda doğru cümleler kuruyorsanız öncesinde yediğiniz hurmalar popo nahiyesine varmadan defterden silinebiliyor. Şahane bir ‘şimdi, burada’ diyarı. Saçmalama özgürlüğü de sınırsız.
‘Öteyer’de, yani distopikler diyarında ise işler biraz daha karışık. İşsiz kalmış gazeteciler, akademisyenler, fesat beyin takımı hep orada. Esas muhabbet orada yani, karikatürlerdeki eğlenceli cehennem tasviri bir nevi.
Suya sabuna çok dokunmayı gerektirmeyen birçok alan da türlü nedenlerle gücünü ve işlevini yitirdiğinden hayli heterojen bir kitleden oluşuyor bu ‘öteyer’in kültür sanat camiası sakinleri. Sinema yazarları, sanat eleştirmenleri, sinemacı ve edebiyatçıların mühim kısmı da orada. Yüzde altmışını önemli bir festivalin açılışında bir arada bulabilirsiniz.
Herkes kuyruğu dik tutuyor, nerde ne yenip ne içileceğini, hangi ortamda ne giyileceğini biliyor. Ama doğru anda doğru yerlere tutunmuş küçük bir kesim dışında pek kimse taş çatlasın bir yıl sonra kirasını, faturalarını nasıl ödeyeceğini bilmiyor. Süper adrenalinli bir ortam, heyecan, anksiyete hep tavan.
‘Öteyer’in kültür-sanat dünyasında dönen başka şeyler de var… Herkes çok bilgili ama pek kimse yakın çevresi ve doğrudan (çıkar) ilişkileri bulunan kişiler dışındakilerin ne yapıp ne ürettiğiyle ilgilenmiyor. Görmezden gelme, kayırma diz boyu. Keşif, yok. Mutsuzluk ve söylenme var ama sözgelimi ortak üretim alanlarını çoğaltma çabası, kapsayıcılık arzusu da yok. Sinirler tel tel. Gözler mel mel, ilişkiler bel bel. (Sırf kafiyeye sığınmayayım diye ‘bel vermek’e sözlükten baktım, şöyle bir tanım var:
1- Duvar gibi dikey şeylerin ortasının içe ya da dışa doğru kamburlaşması
2- Tavan gibi yatay şeylerin ortasının aşağı doğru sarkması. Yani çok kullanışlı bir kavram, dikey olarak da yatay olarak da kullanabiliyorsunuz.
Elbette bu küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk çevrede de iyi insanlar var. Hem her şeye rağmen üretimi sürdüren hem de güzellikleri çoğaltmaya çalışanlar var. Kötücüllüğü değil güzelliği görmeye niyetiniz ve iki adet de soyut kulak tıkacınız varsa delirmeden ve acılaşmadan hayatınızı sürdürebilirsiniz.
Hemen eklemeliyim ‘öteyer’in kültür-sanat ortamına dair bu son bahsettiğim kısımların yukarıda saydıklarımla doğrudan bir ilgisi yok. İnsan malzemesi, algı, tutum meselesi… Sosyolojinin, psikolojinin alanı. Elbette ilk bakışta sonuçların şu anki siyasal ortamla ilgisi yok ama her şey birbirini doğurduğuna göre son bakışta aslında çok ilgili. “Kelebekler” filminin muhtarının dediği gibi, “Olaylar olayların içindedir.” Tam bir Petruşka, anlayacağınız!
Yani başımıza gelen her fenalık hep pembik diyar sakinlerinin yüzünden değil. Buralar önceden de bir cennet ortamı falan değilmiş. Şu an daha kötü olan, tüm bu soyut ve somut haksızlar, sektörel, çevresel çarpıklıklar, çıta düşüklüğü ve tıkızlıktan bahsetmeyi bile lüks hale getiren bir topluca sıkışmışlık durumu.
Buraya bir parantez açayım. ‘Zamanın ruhu’ bahanesini çok seviyoruz. Bence ruhu şeytana satmaya fazla meyilli olmak gibi bir durum olmasa şeytan bu derece isabet kaydedemezdi. Kendini korumak için karşı taraftan önce kazık atmak, ilişkilerde asgari tutarlılığa dikkat etmemek, sorumluluk almamak, teflon bir var oluş o kadar yaygın ki. Tevazu, iyi niyet, bilinçli bir tercihin ürünü olan ‘iyide kalma’ gayreti ise düpedüz bir nevi saflık, salaklık gibi değerlendiriliyor. “Zeki ama yeterince uyanık değil,” gibisinden hani. Ortalık tripten geçilmiyor. “Ne zaman birbirimizin bacağını doğrudan ısırmaya başlayacağız acaba?” diye bir merak etmiyor değil insan. Adeta zombisiz bir The Walking Dead ortamı. Düşeni yiyorlar. Tamam abartmayalım. Ya da abartalım ki vehameti görüp tedbir alalım.
İyilik, güzellik üretmek her zaman çaba gerektiriyormuş ama bu tepeden bastırmalı mutsuzluklar, umutsuzluklar, geleceksizlik ortamında bundan fazlasını gerektiriyor. Buraya döneceğim. Kaya Bey’in pembe düşler ve beyaz dişler diyarına yelken açalım şimdi yeniden.
Kaya Bey içki ve kıyı bölgelerimizde hâlâ saptanabilen bikini ikilisi üzerinden “Türkiye bir özgürlükler ortamı, hani nerde hiç de bile yok baskı felan” demekle kalmamış, benim favori tepe atma konularıma da girmiş. Genellikle bir paket halinde geliyor bunlar. İnsan aynı anda cinsiyetçi olmadan başka bir sürü fena şey olamıyor sanırım, bir nevi giriş bileti gibi. Kadın-erkek fark etmiyor, bu konulardan bahsedilirken IQ aniden tek haneye iniveriyor.
Ben bu yazıyı yazarken Burcu Esmersoy’un “cüzdanınızla buluşurken erkek arkadaşınızı yanınıza almanıza gerek yok,” videosu konuşuluyordu sözgelimi. Pardon, tersi yani, anlamışsınızdır, neyse. Ama çok da fark etmiyor galiba, öyle bir bakış açısıyla. En son cüzdanımı yanıma almadığımda eve geri dönüp almıştım. Uzaylılar almaya gelse ne olur ne olmaz, belki orada da para geçiyordur diye cüzdanımı alırım. Ne diyorsunuz bilemiyorum Burcu Hanım…
Kaya Bey’in ilişkilerde kuralları varmış. 25 yaş altı kimseyle çıkmıyormuş ve çıktığı kadının adı Zehra olmamalıymış. Çünkü Hülya Avşar’la kızlarının adı Zehra, 20 yaşında. Kaya Bey kaç yaşındaymış diye baktım, 54. Hımm. İlkeleri kızı olabilecek yaşta biriyle çıkmayı tam kapsıyor hâlâ, Zehralarsa düz empatiden yırtıyor. “Senin ananın bacının adı olsa…” türünden empati.
Kaya Çilingiroğlu önceden görece daha sempatik bir kişi gibiydi. Onun ne iş yaptığını biliyor olmamız haricinde, “Bridget Jones’un Günlüğü”nde Hugh Grant’ın canlandırdığı sevimli hovarda karakteri andırır yanları vardı. Sorumsuz ve ‘zararsız’ mirasyedi çapkın.
Bu söyleşide öbür özgürlük ortamcılarına göre makul davrandığı yerler de var, hakkını yemeyeyim. Mesela “kızım bakire olmalı,” demiyor. “Twitter kapatılsın,” da demiyor. Gerçi bir ara “Hülya özgür bir kadın ama onu kimse taşıyamaz, sanmıyorum ki bundan sonra biriyle çıksın artık…” gibi bir şeyler diyerek kendisiyle aynı yaşlardaki eski eşinin flört hayatını farazi olarak sona erdirivermiş. En büyük çapkınlığını bir sürçme biçiminde itiraf edip akım derken zakkum deme ekolüne Ferrari’yle Feraye’yi karıştırma katkısıyla ünlü biri olarak, ‘taşımak’la ne kastettiğini merak ettim. Ama öğrenmeden de yaşayabilirim.
Pembik diyar cephesi bu hafta böyle. Kaya Bey TRT’de spor programı sunmaya, kendi belirttiği gibi ülke ortalamasının çok üstünde paralar kazanmaya, muhtemelen ayağına taş değmeden ferah feza bir ömür sürmeye devam edecek. Bir-iki hafta içinde de bayrağı yeni “niye arıza çıkarıyorsunuz, her şey serbest işte”ciler devralır. Yeni trend bu, anlaşıldı.
Pis fesat beyinli distopikler cephesinde ise bence mutluluk, güzellik ve iyiliği bir nebze arttırmak gerekiyor. Gözü çamurdan kaldırmayı, çıtayı yükseltmeyi, eski arızaları sürdürmemeyi, her şeye rağmen başarmaya çalışmak. Her düzeyde birbirine kulak vermeyi, dayanışmayı en azından denemek, pasif agresif söylenmeleri bırakıp üretime geçmek. “Dünyayı değiştiremiyorsan dünyanı değiştir,” basit ama etkili bir söz. Bakış açısını azıcık kımıldatmak bile aslında uzun vadede hem şahsi dünyaları hem de dünyayı değiştirebilmenin ilk adımı olabilir. İşleyen demir ışıldar, pembik diyarların neon ışıklarına benzemese de kör karanlıktan iyidir.
Bu yazıyı Adalet Ağaoğlu’yla yapılmış bir söyleşiden bahsederek bitirmek istiyorum. 89 yaşında, kendi korkularından yola çıkarak yeni öykü kitabını yazmış Ağaoğlu, “Düşme Korkusu”. Nasıl hâla kendisi gibi, her cümlesiyle içten… Hak edilmiş bir saygı ve sevgiyi iliklerinize kadar duyumsatan, iç ışıldatan, müthiş bir söyleşi. Lütfen okuyun ve paylaşın. Karanlık yüreğimizi tamamen örtmeden, güzelliği çoğaltalım…