Kendimize olan yabancılaşmamızı, temassızlığımızı başka insanlara yansıtarak bundan kurtulamayız. Ruhsallığımızı içkiye, birtakım dumanlı mamullere, “çok kadın-hiç kadın” türevi sloganlara hapsederek de bu işin içinden çıkamayız.
Öncelikle uyarmalıyım ki bu yazı birtakım genellemeler
içerebilir. Üzerine alınan alınsın, alınmayan da alınmasın. Elbette
istisnalar olacaktır. Şimdiden tüm istisnalara selam olsun.
Geçtiğimiz haftalarda “Kaybedenler Kulübü Yolda” vizyona girdi.
İlkini izlememin üzerinden tam yedi yıl geçmiş. Dile kolay! Bu yedi
yılda hayatın her alanına dair birçok tecrübe yaşamamla birlikte
elbette kaybedenler kulübünün asil ve yedek üyeleriyle çeşitli
vesilelerle bizzat ve gıyaben bolca karşılaşma fırsatım oldu.
Bu kulüp(!), genel olarak hem kendiyle hem ötekiyle bağ kurmakla
ilgili sıkıntı yaşayan, bedeninin değil de ruhunun terli yerlerini
göstermekte zorluk yaşayan, merkeze alınmış yoğun bir yabancılaşma
hissiyle hareket eden, anlamsızlığa dayalı varoluş felsefesinin
bireydeki yansımalarından oluşuyor.
.
Bu kulüp üyelerinin aynı zamanda hayata dair birçok şeye karşı
ilgisiz bir tavır takınmaları fakat kendi içlerinde yaşamdan
yansıyan olayları ve kişileri sorgulamaları, Zehra Çelenk’in
kullandığı ve benim de çok sevdiğim bir tabir haline gelen
“içselleştirilmemiş solculuk” la da harmanlanınca karşımıza nur
topu gibi kafası karışık ya da ne istediğini bilmeyen erkekler
ordusu çıkıyor.
Bu ilgisiz tavır, eğer bu adamlarla yeterli miktarda
karşılaşmamışsanız, içeride sanki çok acayip derinlikler
barındırıyormuş illüzyonu da yaratabiliyor. O derinliğe kafa üstü
dalıp boynunuzu kırdığınızda da ne kadar sığ sularda yüzmüş
olduğunuzu anlıyorsunuz.
“Neden kafa üstü dalıyoruz?” sorusu ise başka bir yazısının
konusu olsun.
Son zamanlarda üzerine kafa yorduğum bir mesele var. Film de
bunun üzerine tuz biber ekti açıkçası.
Kaybedenler kulübü üyeleri, ülkemizde “ıssız adam” tabiriyle de
ifade edilebiliyor.
Bense kendilerine “ürkek aslanlar çetesi” demek istiyorum.
Evet “ürkek ceylan” ların devri çoktan kapandı. Doğaya ters bir
durum bu biliyorum ama belki de ilişkilerde kopacak ya da çoktan
kopmuş olan kıyamet alâmetlerini yaşıyoruz.
Son zamanlarda “ürkek”liğin özellikle erkeklerin duygu
dünyalarında epey yaygın olduğuna tanık oluyorum.
Örneğin ilişkilerde ya da ilişki başlangıçlarında kadınlar
stratejik davranıyorlar, erkekler ürküyorlar. Doğal davranıyorlar
yine ürküyorlar.
Kadınların zeki oluşlarından ürküyorlar, kadınlar aptala
yatıyorlar yine ürküyorlar. Açık sözlü oluyorlar, ürküyorlar; güçlü
görünüyorlar, ürküyorlar; güçsüz görünüyorlar yine ürküyorlar.
Ağzınızla kuş tutsanız ürküyorlar, tutmasanız yine ürküyorlar.
Bu tekerleme daha çok uzar gider ama burada bırakayım.
Şimdi biraz genelleme faslına gelelim.
Bu ürkekliğe yakından baktığımda erkeklerimizin hayatında
mutlaka geçmişte çözülememiş, iyileşemeyen bir yaraya çarpıyorum.
Ya çok büyük bir aşk yarası, ya travmatik bir deneyim, ya yası
tutulmamış bir kayıp vs…
Mutlaka geçmişte çok istenilen ama gerçekleşmeyen veya ağır bir
hayal kırıklığı yaratan herhangi bir şey oluyor yani. (Hangimizin
yok ki!)
Sonra küsüyorlar ve oynamıyorlar. Ya da oyunda mızıkçılık
yapıyorlar. Veya oyunun kurallarını kendileri belirliyorlar. Ne
sıkıcı!
Ama illa ki yüzleşilemeyen bir kendilik ya da yüzleşilemeyen bir
geçmiş zamanda salınıyorlar.
Bu ürküntüye sebebiyet veren kadınlar genellikle o erkeklerin
yüzleşmekten kaçındığı, ruhsallıklarında inkâr ettikleri herhangi
bir şeyi tetikliyorlar onlarda. (Elbette tersi de oluyor fakat ben
erkek cephesinden bildiriyorum bu sefer.)
Ve bu tetiklendiği zaman da türlü semptomlar baş gösteriyor.
Bir güç savaşı hali, çeşitli boyutlarda intikam, öfke
patlamaları, umursamazlık, ağırdan almalar, manipülasyonun Allah'ı,
karşı tarafı aptal yerine koyma, kaybettiği ruhsal gücü ya da
ruhsal zayıflığını seks skoru üzerinden telafi etme çabası,
orantısız geyik muhabbet, erkeklik krizi, yaşlılık kompleksi,
bitmeyen ergenlik hâlleri vs…
Rollo May, “Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk
kaçınılmazdır” der. Burada yakınlıktan kast edilen şey, kişinin hem
kendisiyle hem de ötekiyle olan yakınlığı.
Ve şöyle devam eder; “İlişkinin bize nasıl etki edeceğini daha
baştan bilemeyiz. Kimyasal bir etkileşim gibi birimiz değişirse,
ikimiz de değişeceğiz. Kendimizi gerçekleştirirken gelişecek miyiz,
yoksa yıkılacak mıyız? Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi
ilişkiye, iyisine kötüsüne, tüm varlığımızla bırakırsak bundan
etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır. Otantik yakınlık için gereken
cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün yaygın bir
pratiği, sorunu gövdeye kaydırmak, onu basit bir fiziksel cesaret
haline getirmektir. Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da
tinsel soyunmadan daha kolay. Gövdemizi paylaşmak, daha kişisel
olduğu hissedilen ve paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir
kıldığını denediğimiz fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı
ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en önem
taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar, bir
ilişkinin daha 'tehlikeli' olan yapısından kurtulmak için hemen
yatağa atlayarak kısa-devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir
nesnedir ona mekanik davranılabilir.”
Öyleyse başlıkta sorduğum “kaybedenler kulübü neyi kaybetti?”
sorusunun “öncelikli” cevabı sanırım kişilerin kendisiyle yüzleşme
cesareti olmalı.
Yani yüzleşme cesaretini kaybettiği için, kaybettiler.
Bu yüzden sözü ve derinliği de tükettiler. Söz tükendiği için de
imaj ve görüntüler bu denli ön plana çıkar oldu. Hayata, insanlara
“poz kesmek” sahte bir kendilik oluşturdu.
O sahte kendiliğe tav olmak ise yine başka bir yazıya
kalsın.
Esas ürkülen nokta maalesef bu.
Çünkü yüzleşmek cesaret gerektirir.
Bu cesareti gösterebilmeniz için önce kendinizle, geçmişinizle
bağ kurabilmeniz gerekir. Kendinizle bağ kurabildiğiniz oranda
başkalarıyla da bağ kurmak mümkün olacak. Ve böylelikle otantik bir
yakınlık vuku bulacaktır.
Kaybedenler Kulübü’nün ilk filminde hoşuma giden bir replik
vardı:“Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız? Madem
hepimiz yatıyoruz neden yalnız yatalım?”
E güzel soru tabi! Ancak yalnızlık hissimizi giderecek olan kuru
bir kalabalık değil, otantik yakınlığı kendimizle ve ötekiyle
kurabilmemiz aslında. İşte bunun yolu da kendimizle yüzleşmekten
geçiyor.
Yine Rollo May’e dönecek olursam bu hususla ilgili şunları ifade
eder:
“Otantik toplumsal cesaret, kişiliğin birçok düzeyinde aynı anda
yakınlık gerektirir. Kişi ancak bunu yaparak kişisel yabancılaşmayı
yenebilir.”
Sonuç olarak bizi ürküten bir şey varsa bu çoğu zaman
karşımızdakiyle değil bizimle ilgili bir şeydir.
Kendimize olan yabancılaşmamızı, temassızlığımızı başka
insanlara yansıtarak bundan kurtulamayız.
Ruhsallığımızı içkiye, birtakım dumanlı mamullere, “çok
kadın-hiç kadın” türevi sloganlara hapsederek de bu işin içinden
çıkamayız.
Tüketim merkezli ilişkilerde karşımızdakini değil, kendimizi
yavaş yavaş tüketiriz aslında.
İçini boşalttığımız ideolojiler, entelektüel zaaflar kendi
cehennemimize odun taşımaktan başka bir işe yaramaz.
Velhasıl kaybedilen şeyi idrak etsek de yola öyle devam etsek
diyorum.
Yoksa bu yol gerçekten herkes için daha da çekilmez olacak.