Gece vakti, önümde bilgisayar çalışırken, televizyon ekranında da romantik komedi tarzı filmler olur. Hani şu dünyayı altüst etmeyecek ama bütün sadeliği içinde bazen derin bir şeyler de yakalanabilen filmler… Tıpkı arka fon muamelesi yapılan kimi müziklerde olduğu gibi film bitince benzer türden yenilerini bulmak üzere kanallarda gezinmeye başladım. Tam o sırada da Eva Green’in yüzüyle karşılaştım. Bu kadının gözleri ve yüzünün her bir mimiği mıknatıs gibi çeker beni. Haliyle kendisinden romantik komedi tarzı bir film beklemem mümkün olmamasına karşın kanal değiştiremedim. Böylece kendimi Perfect Sense’in içinde buldum.
ZOR AŞKLAR
Hangi akla hizmet bilinmez, filme Türkçede Yeryüzündeki Son Aşk demeyi uygun bulmuşlar. Benim vurgulayacağım yanı böyle bir şey olmazdı. Meselemiz ne sadece aşk ne de son aşk. Sanki "Azalma" ya da "Kayıp" derdim, ille de isim değiştireceksem. Her neyse, Eva Green, Susan adında bir bilim kadını; uzmanlık alanı salgın tehlikesi arz edebilecek mikrop ve virüsler. Özel hayatındaki birkaç hüsran sonrası erkeklere olan güvenini kaybetmiş olan Susan, soğukluğunu bir zırh gibi kuşanmış ve kendini işine vermiş bir kadın. Kapı komşusu restoranın şefi Michael (Ewan McGregor) ise tam da Susan’ın kaçındığı türden bir kaçak dövüşçü; kadınlarla ilişkilerinde hep o tehlikeli derinlikten, bağlanmaktan kaçmış, hayatı duyular üzerine kurulu bir genç adam. Filmin aşk hikâyesi denecek kısmı bu iki insanın olanca araz, yara ve kalkanları içerisinde birbiriyle karşılaşıp, giderek önüne geçemedikleri derinlikte bir aşkı yaşamalarını anlatıyor.
Gel gelelim günümüz Glasgow’unda geçen filmde, aşıkların içinde bulunduğu dünyada olanlar, aşk da dahil her şeyin anlamını yeniden sorgulatacak türden. Zira dünya üzerinde farklı yerlerde önce birkaç vaka olarak görülen ama sonrasında salgın halini alan bir hastalık ortaya çıkar. İnsanlar önce birkaç dakikalığına kendileri için en kıymetli olan birinin, bir şeyin kaybını yeniden hissederek derin bir kedere savrulurlar ve bu nöbetin ertesinde koku alma duyularını yitirirler. Çünkü koku en çok da çağrışım ve anıyla ilgilidir.
Şimdi artık insan denen varlık dört duyu üzerinden yaşamayı öğrenecektir. Nitekim ilk aşamada kokuyu müzikle hissetmekten baharat, tuz ve şekeri yoğunlaştırmaya kadar günlük hayata değin yeni düzenlemelere gidilir. Susan ve Michael, meslekleri gereği bu salgının mikro ölçeğine dönüşür gözümüzün önünde. Dünya bu salgını anlamlandırmaktan, sebebini bulmaktan ve çözüm üretmekten acizdir. Dolayısıyla Susan’ın deneyleri ve Michael’in tamamen duyu üzerine kurulu yemek işi, bu tuhaf felaketten nasibini doğrudan alır.
Derken bir korku dalgası ve tatmin olmaz bir açlık hisseder insanlık. Çantalarındaki ruju, ellerindeki çiçeği, çiğ balık ve eti yer, zeytinyağı içer hale gelirler. Bu cinnetin akabinde de tat alma duyusu kaybolur. Tam bu noktada biz de ürpeririz. Çünkü alışılageldik bir kıyamet filmi değil bu. Birkaç saat içinde yok olma tehlikesi bulunan bir dünya ve son andaki efsanevi kurtarıcısı yok. İnsan olmanın fiziksel ve ruhsal tanımında kilit rol alan duyuların kaybı, herkesi hayatın nereye gittiğini, nelerden vazgeçerek felaket şartlarına nasıl uyum sağlanabildiği sorgulatıyor. Öncelikleri ve insan olmanın özünü.
DİSTOPYADA HAYAT
Artık izleyici değiliz. Karşımızdaki distopik dünyanın parçasıyız. Susan ve Michael da bizim kadar sıradan insanlar. Aşklarında destansı bir anlatım yok. Birbirlerini el yordamıyla yoklayan, tartan, kavga eden, uzlaşan ve uzaklaşan iki insan. Yönetmen David MacKenzie her duyu kaybı öncesine denk gelen farklı nöbet hallerini aktarırken kamerayı dünyanın geneline çevirse de, hikâye Susan ve Michael odak noktasını kaybetmeden ilerliyor. Senarist Kim Fupz Aakeson’un irkiltici hikâyesinde bir sonraki kaybın ne olacağını, bu aşamalı yok oluşun daha nereye kadar devam edeceğini düşünürken buluyoruz kendimizi. Zira korkunç öfke nöbetleri sonrası gelen işitme kaybı, insanların günlük hayatlarını sürdürebilecekleri bir alan bırakmayacak zalimlikte. Şirazesinden kayan ve küresel bir kaosa sürüklenen dünyada sadece hayatta kalmak ve sevdiklerinle bir arada olmak öncelikleri var. Bizi biz yapan bir şeylere çaresizce tutunma mücadelesi.
SENDEN ARTA KALANLAR
Max Richter’in adeta rol çalan müziğiyle güçlenen Perfect Sense, ilk baştan “Bu ne ya?” demediyseniz, izlemekle kalmayıp doğrudan yaşayacağınız bir film; bir gerçeklik kurgusu.
Filmin sonunda evde elimde durmadan kokladığım bir mandalinayla voltalar atarken bir filmden etkilenmek, çarpılmak tanımına sığmayan bu haleti ruhiyeyi anlamaya çalıştım. Neydi bu kadar tene değen, böyle huzursuz eden? İnsan denen varlığın nasıl kırılgan ve güçlü olduğunu anımsamak, çok şeyin ve kişinin tüketildiği modern zamanlarda anlamı, gayeyi, inancı bulup korumaya çalışmak belki. Bu ve çok fazlası. O kör kuyu yalnızlık ve birbirine varma umudu. Sahip olduklarını sanki çok doğalmışçasına görürken, kaybıyla sarsıldığın, bir parçanı yitirirken başka bir yandan çoğaldığın o tuhaf denklem. Ve en zalim sonda beliren varoluş. Senden arta kalanlar…
Aklımıza ve gerçeklik duygumuza kastedilen bu faşist dönemde bir yandan günlük hayatı her şey çok doğalmışçasına sürdürüp diğer yandan kafamıza inen darbelerle sendelerken, sevdiklerimizi, kendimizi adaletsizliğin batağında kah kaybedip kah bulurken, bir distopyanın bu kadar ruha nüfuz etmesine şaşırmamak lazım. Azaltmaya yeltendiklerinde nereden çoğaldığına bakmakta mesele. Her şeyini elinden almaya kalktıklarında senden koparamayacakları o şeye.
Sonra da bir kez daha onun üstüne titremeye…