Kayıp Osmanlı korsanları

Sultanın Korsanları 1500-1700 yılları arasındaki dönemde korsanlığın başlangıcını ve etkisini kaybetmeye başladığı yılları, kaynaklardan edindiği vakalarla karşımıza çıkarıyor. Emrah Safa Gürkan, az çalışılan bir alanda, oldukça doyurucu bir kitap hazırlamış. Farklı kaynaklardan yararlanması bir yana, haritaları, 16. ve 17. yüzyıllarda yapılmış resimleri, istatistiksel tabloları da kitaba koymuş. Korsanların tarihini okuyunca, bırakın Pirates Of The Caribbean’ı, Vikingler çizgi filmindeki korsanlara bile bakışınız değişebilir.

Abone ol

Korsanlar her zaman popüler bir fügür olarak kullanılmıştır. Masallarda, çizgi filmlerde, hatta Hollywood’da bile hikâyeleri defalarca işlenmiştir. Genelde kirli kıyafetler içinde, ağızları bozuk, acımasız ve sarhoş haldedirler. Kuru kafalı bayraklarını direğe çektiklerinde kılıçlarını sallaya sallaya yağmaya başlarlar; papağanları, maymunları da tıpkı onlar gibi çığlık çığlığa bağırırlar. Korsanları bu denli merak etmemizi sağlayan şey, belki de denizlerin bilinmezliği, saklı hazineler, sular altındaki vahşi yaratıklardır. Deniz korkutucudur ve korsanlar da orada barınabilmek için korkutucu olmak zorundalardır.

İşin fantastik hali kabaca böyle işler. Emrah Safa Gürkan ise bu merakı, akademik boyuta taşıyarak bizlere güzel bir çalışma sunuyor. Sultanın Korsanları isimli kitabı, uzun yıllar süren bir çalışmanın ürünü. Araştırmalarını sadece Osmanlı kaynaklarıyla değil, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Almanca, Latince, Portekizce ve Katalanca yazılmış yabancı kaynaklarla da temellendirmesi, Sultanın Korsanları’nı daha da ilgi çekici hale getiriyor. Resmi kayıtların yanı sıra, esirlerin günlüklerinden, hatıratlardan, mektuplarından da yararlandığını görüyoruz. Gürkan bu kaynakların hepsini karşılaştırmalı bir şekilde bize sunuyor. Sadece tarihçilerin değil, herkesin anlayacağı şekilde yazdığını da belirtmekte fayda var.

KORSANLAR KİMDİR? 

Peki neyin nesidir bu korsanlar? Nereden çıkmışlardır? Nasıl savaşırlar? Kime, nasıl hizmet ederler? Şimdi gelin bu soruların peşinden gidelim.

Birinci nesil korsanlar, 1492’deki “Kutsal Fetih” anlamına gelen Reconquista ile ortaya çıkmıştır. İber Yarımadası’ndaki son Müslüman krallığının ortadan kaldırılması sonucunda, Müslümanların, Hırıstiyanlar tarafından sürgün edilmesiyle, onların da hemen aşağıdaki Cezayir ve Tunus kıyılarına yerleşmeleriyle iniltilidir. Bu kimseler müdeccel, diye adlandırılır. Yerlerinden yurtlarından edilen müdeccellerin birçoğu korsanlığa, paralı askerliğe yönelirler. Tabii belirtmekte fayda var. Müdecceller basit hırsızlıkların, küçük vurgunların peşinde olduklarından, deniz eşkıyası ya da pirat olarak adlandırılır. İkinci nesli oluşturan esas korsanlarsa, Hızır ve Oruç Reislerin 1516’da Cezayir’i ele geçirmelerinden sonra meydana çıkar.

Güç mücadelesi sonucunda, dağınık haldeki korsanları tek bir bayrak altında birleştiren Osmanlı denizcileri, Batı Akdeniz’de ciddi bir tehdit oluşturmaya başlarlar. Müdeccellerin aksine, savaş konusunda yetenekli oldukları için, kendilerini kolaylıkla ispat ederler ve deniz eşkıyalığı, organize olmuş bir korsan şebekesine dönüşür.

ZENGİNLEŞMEK DE ÖLMEK KADAR KOLAYDIR... 

Vurgunlar büyüyüp şanları şöhretleri artınca, Avrupa’nın yoksul yerleşimlerinden, mühtedi diye tabir edilen, Müslüman olan Hıristiyanlar da gelmeye başlar. Korsanlık sayesinde hayatta bir şansları olduğunu düşünmeye başlarlar, ki haklıdırlar. Zenginleşmek de ölmek kadar kolaydır...

Hatta Antonio Sosa dünyada hiçbir Hıristiyan millet yoktur ki, Cezayir’e onlardan gelme bir mühtedi olmasın, demektedir. Korsanlık zamanla öyle büyük bir cazibe yaratmıştır ki, 17. yüzyılda bir Fransız memuru, Maliye Bakanı Jean-Baptiste Colbert’e, tayfaları Cezayir’e yanaşan gemilerden çıkarmamalarını söylemiştir. Çünkü çıkanların berelerini atıp, sarık bağlamakta tereddüt etmeyeceklerine inanır.

Müslümanların yanı sıra dinlerinden vazgeçmeyen Hıristiyanlar, Yahudiler de vardır aralarında. Ancak bölgedeki hakim güç Osmanlı olduğundan, Müslümanlaşmak, güce tabiyetin ve hatta daha hızlı kademe atlayıp, daha kolay zenginleşmenin bir aracıdır.

Gürkan, hazırladığı tablolarda, korsan gemilerindeki insanların etnik ve dini rakamlarını ayrıntılı olarak veriyor ve bizler bu organizasyonun kozmopolit bir yapı barındırdığını anlıyoruz. Öncelik kalifiye denizcilik olduğundan, Gürkan’ın ifadesiyle, farklılıkları ortak bir potada eritmekte en iddialı imparatorluklardan bile daha başarılı bir düzen yaratıldığını görüyoruz.

Hal böyle olunca, korsan gemilerinde yıllar süren etkileşimle beraber, enteresan sonuçlar da kaçınılmaz olur. 1640’ta Emanuel d’Aranda’nın esir düştüğü gemide Türkçe, Arapça, İspanyolca, Fransızca, Felemenkçe, İngilizce ve Romanca kelimelerden, fiil çekimlerinin olmadığı sabir ya da lingua franca adı verilen melez bir dil türediği yazılır. Hatta Gazavât-ı Hayreddîn Paşa kitabındaki dilin de normal bir Osmanlıca olmadığı, pek çok yabancı sözcük içerdiğini bile görürüz.

Korsanlığı popüler hale getiren bir diğer gelişme de Coğrafi Keşiflerdi. O vakte kadar Batı Akdeniz’de İspanya kıyılarını tehdit eden korsanlarımız, Avrupa’ya taşınan zenginliklere gözlerini dikerek, Cebelitarık’ın öte tarafına, Atlantik Okyanusu’na da seferler düzenlemeye başlarlar. Ancak Atlantik’in suları pek tekin değildir; dalgaları değişken, rüzgarları keskindir. Uzaktan bakıp yutkunmak yerine, kadırgalarını geliştirmeye bu sayede başlarlar. Kürekçileri arttırırlar, yelkenli gemilere geçerler. Daha çok top ve erzak koyabilmek için çeşitli denemelere girişirler. En büyük avantajları hız olduğundan, geniş karınlı gemileri pek tercih etmezler.

Sultanın Korsanları, Emrah Safa Gürkan, 592 syf., Kronik Kitap, 2018.

EN BÜYÜK SİLAHLARI HIZ!

Evet, en büyük silahları hızlı olmalarıdır. Bu hem gözlerine kestirdikleri gemiyi yakalamalarına, hem de olası bir problemle kaçmalarını kolaylaştırır. Tabii gemileri yakalamak için çeşitli taktikleri de vardır. Ellerinde pek çok ülkenin bayrağı bulunur mesela. Düşman görünmemek için, dost bir ülkenin bayrağını takıp avlarına yaklaştıkları olaylar kayıtlarda bulunmaktadır. Bazen fenerleri söndürmekle kalmaz, gemiyi, hatta yelkenleri bile siyaha boyarlar. Bir zaman sonra bu ve benzeri taktikleri, diğer gemiler de kaçmak için kullanmaya başlarlar.

Korsanları, deniz eşkıyalarından ayıran en büyük farklardan biri de, onların kural tanımaz hovardalar değil, aksine uluslararası hukuku, kapitilasyonları dikkate alan topluluklar olmalarıdır. Kaba tabirle önlerine gelen her gemiye saldırıp, istedikleri limana sığınamazlar. Çünkü gerisin geriye döndüklerinde, cezalandırılmaları içten bile değildir. Geri hizmete çekilebilir, reislikten kovulabilir, haliyle ganimetten alacakları payı kaybedebilirler. Tabii her kuralda olduğunu gibi, bunda da çeşitli istisnalar yaşanmıştır. Çıktıkları seferden elleri boş dönmek istemeyen bazı korsanlar, normalde saldırmayacakları gemileri ele geçirirler ve ganimeti meşru göstermek için, içindekilere işkenceyle ajanlık yaptıklarını dahi kabul ettirirler.

Gemideki zenginlerse, saldırı altında kaldıklarında, kendilerini yoksul göstermek için üstlerini başlarını bile yırtarlar, altınlarını olur olmaz yerlere saklarlar. Ama ellerinin narinliği sayesinde asilzade oldukları kolaylıkla anlaşılınca, fidye maksatlı kaçırılıp esir edilirler. İlginç bir olayı nakletmek gerekirse; XIV. Louis’e madalyon toplamakla görevli Monsieur Vaillant, Cezayirli korsanlara yakalanır ve bir müddet esaret yaşar. Zar zor kurtulduğunda bu kez başka bir korsan gemisiyle denizin ortasında karşılaşır. O panikle yanındaki yirmi madalyonu yutuverir, fakat rüzgar yüzünden korsan gemisinin elinden kurtulurlar. Monsieur Vaillant, doktor arkadaşının sorusuna “Benim yerimde olsaydınız esaretin tatsızlıklarını hafifletmek için madalyonları değil, geminin kendisini bile yerdiniz,” diye cevap verir.

Yakalanıp esir edilenler arasında tanıdık bir yüz de vardır. Don Quijote’nin dünyaca ünlü yazarı Cervantes… 1571’deki İnebahtı Savaşı kaybedilir edilmesine, ancak yakalanıp Cezayir zindanına atılanlar arasından Cervantes de bulunur. Üstelik sol eli, gülle yüzünden kopmuş haldedir. Bu yüzden “El Manco de Lepanto” yani “İnebahtı'nın sakatı” diye anılacaktır. Korsanlarımız, Cervantes’in önemli bir asilzade olduğundan şüphenelendikleri için çok büyük miktarda fidye talep ederler. Cervantes de bu yüzden beş yılını Cezayir zindanlarında geçirmek zorunda kalır. Dört kere kaçma teşebbüsünde bulunsa da her seferinde yakalanır. İstanbul’a gönderilmek üzereyken ailesi tarafından fidyesi ödenerek özgürlüğüne yeniden kavuşur…

ÇIKARCI KORSANLAR!

Korsanlar çıkarlarına oldukça düşkündür, fakat bu durum genel itibariyle bir boş vermişliği değil, katı bir disiplini beraberinde getirir. Özellikle de gemideki işleyiş ve hiyerarşi bunun en büyük kanıtıdır. En büyük zulmüyse şüphesiz ki kürekçiler çeker. Kürekçiler mürettebatın %75’ini oluşturur ve zorlu sefer şartları altında %50’si hayatını kaybeder. Bu yüzden kürekçi bulmak hayli zordur. Kalifiye kürekçiler de vardır aralarında, ama birçoğu dayanıklı esirler arasından seçilir. Bir tomruğa zincirlenmiş şekilde, aynı oturakta aylarca çalışırlar. Ne bacaklarını esnetebilirler, ne sırtlarını yaslayacak bir yerleri vardır. Hatta gündüz yemek yedikleri kaplara, akşamları pislemek zorunda kalırlar. Olası bir alaboradaysa zincirleri yüzünden kurtulamaz ve boğulurlar.

Ortalama 40-50 gün süren seferler sırasında karşılaşılan en büyük sorun yiyecek değil, sudur. Hatta sığındıkları bir adada, sürekli deniz suyu içmek zorunda kalan korsanların büyük çoğunluğu ölür, diğerleriyse çeşitli hastalıklara yakalanır. Seyir halinde susuz kalındığında kendi idrarları içmek zorunda kalırlar, deniz suyuna şekerle karıştırdıkları da söylentiler arasındadır.

Peki bu zorlu şartlar altındaki korsanların, onca erkekle bir aradayken cinsel hayatları nasıldır? Gürkan, bu konudaki araştırmalarında eşcinselliğin izini sürer ve Marsilya Tersanesi’ne terk edilen erkek çocuklarının oğlan olarak (giton) gemiye alınmasından bahseder. Pase-gavette adı verilen bu çocuklar hem cinsel ihtiyaçlar için kullanılır, hem de getir götür işlerine koşulur. Hatta bazı gemilerdeki oğlanlar kadınlar gibi giyindirilip süslendirilir. Korsanların eşcinsel ilişki kurmalarından Osmanlı kaynaklarında da bahsedilir. Uluç Ali’yle Uluç Hasan’ın arasının bir oğlan yüzünden bozulduğu bunun en net örneklerindendir. Uluç Ali’nin oğlanlara meyli o denli bilinir olmuştur ki, Nusret Gedik’in ortaya çıkardığı Kılıç Ali Paşa Hicviyesi’ndeki beyitlere bile konu edilir.

“Bir güzel kancalasa kim ola karpuz kıçlu

Kapudân eylerdi ana takardı feneri”

Hatta bu durum Gazavât-ı Hayrettin Paşa kitabında da açıkça görülmektedir. Gürkan tam da burada yerinde bir eleştiri yapar. Gazavât’ı latin harflerine sadeleştirerek aktaran Ertuğrul Düzdağ’ın, hiçbir açıklama yapmadan bu kısımları çıkarmasının, kitabı tahrif etmesinin okuyucu yanılttığını söyler.

Hem Gazavât’ta, hem de kabul görmüş tarih anlayışında, Müslüman korsanların asıl derdinin gazâ olduğu, İslam’ı yaymak üzere sefere çıktıkları şeklinde bir anlayış vardır. Gürkan, bu konuyu da tartışmaya açarak ortaya çeşitli sorular atar. Gerçekten de öyle midir peki?

Osmanlı’nın bölgede hakim güç konumunda bulunmasıyla Müslümanlaşan Hristiyanların varlığından söz etmiştik. Hatta esirlerden, kölelerden bazılarının da İslam’ı seçerek korsanlar arasında boy gösterdiğini de çeşitli örneklerde görürüz. Fakat bu tercihin nedeni İslam’a olan bağlılıkları mıdır, yoksa zengin olup isimleri yüceltmek istemeleri midir?

Elbette aralarında gerçekten Müslümanlığa gönül vermiş kişiler de bulunmaktadır, ama genele dair bir yorum yapmak gerekirse ikinci seçeneğin daha ağır bastığı ortaya çıkar. Çünkü mühtedilerin, yani sonradan Müslüman olanların, dini eğitim aldıkları, bu sayede İslam’ı özümsedikleri bir durum söz konusu değildir. Hatta bir kısmının kelime-i şahadet’in anlamını dahi bilmediklerini okuruz.

Bir diğer nedense mühtedilerin memleketleriyle, eski dinleriyle ilişkilerini tam olarak kesmemeleridir. Tabii burada özellikle esirler ve köleler, korsanlıktan umduğunu bulamayanlar söz konusudur. Kendilerini İslam’a bulayıp uzun süre sefere çıksalar da fırsatını bulduklarından kaçıp gittikleri çok kere görülür. Mesela İngilizlerden oluşan mürettebatla, İngiliz gemisine saldırılacağı esnada, mürettebat saf değiştirerek bulundukları gemiyi ele geçirirler. Bazen mühtediler, yeniçerilerin cehaletini fırsat bilerek rotayı değiştirirler ve gemiyi Hristiyan limanlarına sürerler. Bazen de denizcilerin karaya çıktığı anlarda, kürekçilerin gemiyi kaçırıp kendi ülkelerine götürdükleri de olur. Tüm bu geri dönüşlerde, engizisyon tarafından yargılanmamak için de zorla Müslüman olduklarını, İsa’yı kalplerinden çıkarmadıklarını söyleyerek cezadan kurtulurlar. Diğer bir değişle çıkarları ölçüsünde hareket ederler, işler sarpa sarmaya başladığında veya bir fırsatını bulduklarında kaçıp gitmekten çekinmezler.

Sultanın Korsanları 1500-1700 yılları arasındaki dönemde korsanlığın başlangıcını ve etkisini kaybetmeye başladığı yılları, kaynaklardan edindiği vakalarla karşımıza çıkarıyor. Gürkan, az çalışılan bir alanda, oldukça doyurucu bir kitap hazırlamış. Farklı kaynaklardan yararlanması bir yana, haritaları, 16. ve 17. yüzyıllarda yapılmış resimleri, istatistiksel tabloları da kitaba koymuş. Korsanların tarihini okuyunca, bırakın Pirates Of The Caribbean’ı, Vikingler çizgi filmindeki korsanlara bile bakışınız değişebilir.

Kaynakça

  • Murat Bardakçı, Don Kişot’un Hristiyan cihadına katılan yazarının elini uçurmuştuk, Habertürk Gazetesi, 21.07.2013