İstanbul’da elektrik işçisi olarak çalışan Gökhan Güneş 20 Ocak günü belediye otobüsünden inip işine gitmek üzereyken durakta bekleyen kişilerce kaçırıldı. Sayısı giderek artan bir grup insan tarafından bayıltılarak bir araca bindirildiğini açıklayan Güneş, sonrasında bilmediği bir yerde sorguya alındığını ve beş gün boyunca değişik işkencelere maruz bırakıldığını belirtti. Söylediğine göre “Biz kimiz?” diye soran failler onun verdiği cevapları suskunlukla geçiştiriyor ve sonrasında kendilerini “Görünmeyenler” olarak adlandırıyormuş. Görünmez olma iddiasındaki bir gücün eylemlerinin civardaki bir işyerinin güvenlik kamerasının gözünden dahi kaçamamış olması ironik. Ama bu durum bizi yanıltmamalı, çünkü bu türden suçların failleri, şahıs olarak bilinmek veya görünmek istemeseler de, yaptıklarının bilinmesini ve sonuçlarının görünmesini özellikle isterler. Aksi takdirde gizli kalma iddiasındaki bir gücün bu ölçüde gürültülü eylemler organize etmesinin ardındaki asıl motivasyonu anlayamayız. Görünmez olmaktan asıl kasıt herkesin gördüğü ve bildiği şeylere devletin yasal kanadının kör ve sağır kalmasıdır.
Nitekim güvenlik güçleri ve ilgili hukuki merciler daha ilk günden Gökhan hakkında bir arama kararı veya soruşturma olmadığını belirterek konu hakkında doyurucu bir açıklama yapmaktan kaçındı. Kaçırılma anını belgeleyen ve ailenin kendi imkanlarıyla ulaştığı kamera kayıtları, arkadaşlarının ve avukatların ısrarlı takibi devletin resmi tutumunda hiçbir değişime yol açmadı. Sadece el altından aileye çocuklarının Terörle Mücadele’nin elinde olduğu ve yakında bırakılacağı haberi iletildi. 26 Ocak sabahı Gökhan’ın gözleri bağlı bir şekilde bilmediği bir mekanda serbest bırakılmasıyla, tüm toplumun “canlı yayında” izlediği, adeta göz göre göre gerçekleşmiş bir kayıp vakası daha bu şekilde sonuçlanmış oldu. Ancak İnsan Hakları Derneği bu konuda yaptığı açıklamada kayıpların sadece bu olayla sınırlı olmadığını açık bir dille hatırlatıyor. Buna göre Ankara’da yaşayan Yusuf Bilge Tunç isimli şahıstan 6 Ağustos 2020, Hüseyin Galip Küçüközyiğit isimli şahıstansa 20 Aralık 2020 tarihinden beri haber alınamamaktadır. Önceden de benzer yöntemlerle kaçırılan şahıslardan 7 ay gibi uzun bir süre haber alınamamış, söz konusu insanlar sonradan bir şekilde polise teslim edilmişti.
Bütün bunlardan sonra herkesin kafasını meşgul eden asıl soru şu: 90’lar geri mi geliyor? O dönem yaşanan derin toplumsal travmanın ortak bellekte bıraktığı izler, 90’ları devlet şiddetini ölçmenin temel referansı haline getirmiş gibi görünüyor. Ancak bu kıyaslamanın günümüzü anlamaya ne ölçüde katkı yaptığı bence tartışmaya açık. Konuyu iki bakımdan tartışabiliriz: İlk olarak, farklı dönemlerde gerçekleşen toplumsal olaylar, o olayların faillerini koşullandıran ve döneme ruhunu kazandıran bütünsel çerçeve içinde anlam kazanırlar. Bu çerçeve değiştiğinde, biçimsel bakımdan birbirine benzeyen olaylar arasındaki süreklilik, yaşanan sorunların neden ve nasıl ortaya çıktığını açıklama gücünü kaybeder. İkinci olarak, devlet şiddetinin farklı biçimlerini kıyaslamak, onları yol açtıkları kolektif tahribatın derecesine göre sıralamak siyasi ve ahlaki açıdan bazı sakıncalar içerir. Bu sakıncaların başındaysa insanların acılarının görelileştirilmesi ve nispeten daha iyi olduğu düşünülen dönemin kısmen olumlanması gelir.
Toplumlar bugünlerini anlamlandırırken, sıcağı sıcağına yaşanmış olayların harekete geçirdiği ortak bellek aracılığıyla önceki dönemlerin yardımına başvururlar. 90’lar devlet şiddetinin hukuk dışı karakterini, Türkiye’nin tarihini şekillendiren ve büyük toplumsal çatışmaların merkezindeki mesele olarak ele alan bir üst anlatı olarak bu çerçevede anlam kazanıyor. Ancak o yılları anlamamızı sağlayan öykülerin temel karakteri, olayların meydana geldiği dönemde değil esas olarak 2000’li yılların düşünsel iklimi içerisinde geçmişe dönük olarak yazılmış olması. Bu öykülerde “derin devlet” adı verilen nerdeyse mitolojik bir güç, tüm hukuk dışı etkinliğin asıl sorumlusu olarak kodlanmıştır. Buna göre devleti kurtarma adına harekete geçen, bu konuda kendi kendine misyon biçen, çoğunluğu asker olan kamu görevlilerinin oluşturduğu klikler siyasi sorunları şiddet yoluyla çözmek için hukuk dışına çıkmış ve zamanla tümüyle yozlaşarak devlet içinde devlet halini almıştır. Susurluk kazasının ardından açığa çıkan tuhaf ilişkilerde somut örneğini bulan bu dönüşüm, dönemin ruhunu özetlemek için yeterlidir sanıyorum. Bu simge etrafında geliştirilen 90’lar anlatısı, esasen devlet eyleminin bütün boyutlarıyla hukuk denetimine alınması ve siyasetin vesayetten kurtarılması amacına odaklanmıştır. Yani sivilleşme, normalleşme ve demokratikleşme beklentisiyle motive olmuş güçlerin toplumsal sorunları anlama ve çözme arzusu tarafından şekillendirilmiştir.
90’lara damgasını basan faili meçhuller, yargısız infazlar ve kayıplar gibi ciddi insan hakları ihlallerini anladığımız bütünsel çerçeve böylelikle ortaya çıkmıştır. Devletin devamına kasteden “bölücülük” ve “irtica” türünden tehditleri denetim altında tutsun diye geliştirilen baskıcı yöntemleri bugünün sorunlarına uyarlarken dikkat etmemiz gereken hususlar da bu bağlamda önem kazanmaktadır. Bugün Türkiye’de kamu yönetiminin karşı karşıya olduğu temel sorun, seçilmiş hükümetin denetimi dışında başına buyruk davranan bir askeri-sivil bürokrasi değildir. Aksine hükümetin her dediğini yapan, kendi uzmanlık alanının özerkliğini ve gereklerini partizan davranışlarla yok sayan bir idari devlet aygıtı asıl sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha da önemlisi, 90’larda devlet görevlilerinin davranışlarının hukuki denetim altına alınması çözümün önemli bir boyutu olarak kabul görüyordu. Oysa devletin partizanlaşmasına paralel olarak siyasallaşan yargı ve hukuk mekanizması bugünün asıl sorununu oluşturuyor. Hukuk ve yargı kurumları hakları savunmanın değil, ihlal etmenin bir aracı haline getirilmiş durumda.
Şimdi 90’lar anlatısının veya kıyaslamasının en can alıcı noktasını oluşturan ve bugünkü tartışmanın temel kaygısını oluşturan argümana geliyoruz. Buna göre bir şekilde 90’ları geride bırakmış olan Türkiye, 90’ları yaşamamıza sebep olan aktörlerin devlet aygıtında yeniden güç kazanmasıyla o döneme döndürülmek istenmektedir. Bu argümanın farklı biçimlerinin değişik vesilelerle gündeme getirildiğine tanık oluyoruz. Örneğin A. Davutoğlu muhalif siyasetçilere ve gazetecilere yönelik sokak saldırılarını aslında Erdoğan’ın vesayet altında olduğunun kanıtı olarak göstermektedir. Kendisinin şimdiki süreci 28 Şubat süreci veya 90’ların başka bir biçimde tekrarı olarak gördüğü anlaşılıyor. Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasında sağ ve sol ulusalcılara teslim olduğunu, bugün yaşadığımız geri dönüşün ardında ulusalcı güçlerin önünün tekrar açılmasının olduğunu savunan yaygın görüş de bu çerçevede değerlendirilebilir. Böylelikle aslında 90’lara geri dönüş argümanını gündeme getirmenin sadece günümüzü anlama çabasıyla sınırlı olmadığı, bugün yapılanların kötünün iyisi olarak kısmen de olsa aklama arzusuyla yakından ilişkili olduğu daha net bir şekilde ortaya çıkmış oluyor.
Erdoğan’ı bir aktif bir özne olmaktan çıkaran, onun stratejik ve taktik kabiliyetlerini fazlasıyla küçümseyen bu yaklaşım Ortaçağ’da yaygın bir şekilde kullanılan “kral ve çevresi” argümanını andırmaktadır. Buna göre kral asla yanılmaz ama aldatılabilir, her zaman masumdur ama baştan çıkarılabilir. İşler ters gidiyorsa sorunların kaynağı olarak krala değil çevresine bakmak gerekir. Çünkü devletin cisimleşmiş hali olan kralın kişisel menfaatinin kopmaz bir biçimde yönettiği toplumun çıkarlarıyla iç içe geçtiğine inanılır. Bu yüzden kral özsel olarak masum ve sorumsuz kabul edilir. Türkiye’de “tek kişilik hükümet” anlayışının oluşturduğu siyasi atmosferin, mutlakıyetçi monarşilere özgü bu siyasi düşünüş biçimlerini yürürlüğe sokacak düzeye kadar nüfuz etmesi ziyadesiyle düşündürücü. Ama gerçek bundan çok farklı. Erdoğan ne vesayet altındadır ne de ulusalcılarca “teslim” alınmıştır. Bilinçli ve stratejik bir şekilde bugünkü siyasi projesini destekleyeceğini düşündüğü toplumsal güçlerle ortaklaşmış ve yeni bir iktidar bloku yaratmıştır. Günümüzde yaşanan hak ihlalleri, yeni siyasal rejimin ihtiyaçlarına ve yarattığı güç dengelerine uygun olarak şekillenen yeni bir ihlal rejiminin faaliyetleridir.
Yaşadığımız gerçeklik bir geri dönüş argümanıyla açıklanabilecek şeylerin çok ötesinde, çok daha karmaşık bir yapıdadır. Şimdi yürürlükte olan baskı mekanizmaları 90’ların dersini almış, o zaman devletin verdiği açıkları kısmen kapatmış, gösterdiği zaafları gidermiş ve tabiri caizse güçlendirilmiş bir ihlal rejiminin eseridir. Yani söz konusu olan şey devletin 90’lı yıllara geri döndürülmesi değil, 90’ların kendini aşıp devletin bugünkü ihtiyaçlarına uygun olarak iktidar blokuyla yeniden eklemlenmesidir. 90’larda bir kaçırma olayıyla başlayan her kayıp vakası, eğer ilk anda engellenemezse büyük bir ihtimalle ölümle sonuçlanıyordu. Bugün yaşanan kayıp vakalarındaysa şimdiye kadar hiçbir ölüm olayı gerçekleşmedi. Elbette bu hiçbir şekilde ölüm olmayacağı veya işlerin bu yönde evrilmeyeceği anlamına gelmez. Lakin kayıp uygulamasının bugünkü stratejik amacı kişiyi gözaltı sürecinde yararlandığı bazı desteklerden yoksun bırakmak ve gözaltı süresini mümkün mertebe uzatmak hedefine odaklanmış gibi görünüyor. Ancak yaşam hakkının ihlal edilmemesi bugünkü haliyle kayıpların 90’lara göre daha pervasız olduğu gerçeğiyle çelişmez. Zira kayıp vakasında öldürme, temelde geride tanık bırakmamak ve kaybın öldürülmesi yoluyla toplumun geneline bir mesaj vermek amacına dayalıdır. Şimdiki faillerin geride tanık bırakmamak gibi bir kaygılarının olmaması bazı açılardan çok daha cüretkar ve saldırgandır. Bu durum devlet aygıtının tepeden tırnağa partizanlaşması, yargının siyasallaşarak işlevsizleşmesiyle yakından ilgilidir.
Kısacası her baskı dönemi ve ona karşı şekillenen direniş o döneme özgü bütünsel çerçeve içinde kavranmalı ve kıyaslama yapılırken bu durum mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Aksi takdirde varılan yerde yaşanan acıların kıyaslanması ve hiyerarşik olarak sıralanması kaçınılmaz hale gelir ki bu da çok yanlış olur. Şimdiki kayıpların, işkence iddialarının veya cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerinin 90’lara dönüş yolunda döşenmiş bir taş değil, kendi başına ağır bir insan hakları ihlali olarak görülmesi için illaki ölümle mi sonuçlanması gerekiyor? Eğer bu soruya yanıtımız hayırsa acıların kıyaslanamayacağını, her insanın yaşadığı hak ihlali nedeniyle deneyimlediği şiddetin biricik olduğunu da anlamamız gerekiyor. Bugün 90’lara geri dönüyoruz demek, aslında o dönemi kapatmıştık şimdi yeniden açılmak isteniyor demek anlamına gelir. Fakat o dönem gerçekten kapandı mı? Bu soruyu bir de 90’larda yakınlarını kaybeden insanlara sormak gerekiyor. Onlar 90’ları halen bir gerçeklik olarak yaşıyor, hem de üçüncü kuşak kayıp yakınlarına varıncaya kadar. Çünkü geçmişle yüzleşmenin olmadığı, gerçek bir hesaplaşmanın yaşanmadığı bir zamanda tarihin açmış olduğu defterler asla kapanmaz. Bugünkü kayıp yakınları da bu gerçeğin farkında olduğu için, maruz kaldıkları ihlal karşısında kime gideceklerini ve kimlerle omuz omuza duracağını çok iyi biliyor.