Kayıp eylemlerini belgeleyen fotoğraflarda her zaman iki fotoğraf iç içedir; her kayıp fotoğrafı bir başka fotoğrafın fotoğrafıdır. Biri kaybın gerçekliğine dair olan, diğeri bu gerçekliğin etkilerinin kurduğu yeni gerçekliği “temellük” ederek kendini gerçek kılan iki farklı dünya, kayıp fotoğraflarında üst üste binmektedir.
İnsan hakları mücadelesi bir eylem tarzı ve bir kavram olarak
fotoğrafçılıkla güçlü bir bağlantıya sahiptir. Söz konusu bağlantı
bize o kadar doğal görünür ki bir hak mücadelesi gördüğümüz her
yerde, bir de durumu belgeleyecek bir fotoğrafçının varlığını
ararız. Bu arayışın tarihsel kaynakları da vardır ve kökleri 20'nci
yüzyılın başlarına kadar uzanır. Belçika’nın eski sömürgesi
Kongo’da yaptığı gayriinsani uygulamalara karşı verilen mücadelede,
taşınabilir fotoğraf makinelerinin son derece etkili bir şekilde
kullanıldığını görürüz. Aleyhindeki tüm iddiaları söylenti veya
abartı diyerek reddeden Belçika kralı, iddiaların fotoğraflarla
desteklenmesi karşısında bu tutumunu daha fazla sürdüremez.
“İnsanlığa karşı suç” kavramı da tarihte ilk kez orada yaşananları
adlandırmak amacıyla kullanılır. Aynı aracın insan hakları
hareketinin uluslararası planda ve etkin bir şekilde kullandığı
örneklere sonradan daha sık rastlarız. Türkiye’de fotoğrafçılığın
merkezde olduğu benzer bir örneğiyse Cumartesi Anneleri’nin
eylemlilik sürecinde görürüz. Fotoğraf sanatçısı Mehmet Özer ve
arkadaşlarının 2013-2015 aralığında İHD İstanbul Şubesi’yle ortak
gerçekleştirdiği fotoğraf atölyesini de bu bağlama yapılmış özel
bir katkı olarak değerlendirebiliriz. Türkiye’deki zorla kayıp,
faili meçhul ve yargısız infaz gibi yaşam hakkı ihlallerini konu
alan atölye fotoğrafçılarının çalışmaları, “Gözaltında Kayıplar,
Cumartesi Anneleri-Cumartesi İnsanları” başlıklı kitapta bir araya
getirilmiş ve okura sunulmuş durumda.
Kitabın girişinde genel bir değerlendirme yapıldıktan sonra
kayıpların hukuki statüsüyle ilgili bir çalışmaya yer verilmiş.
Ardından fotoğraflar çizilen genel tablo içinde yaşananlarla ilgili
tanıklıkların, hikayelerin ve mücadele deneyimlerinin aktarıldığı
çerçeve metinler üzerinden bağlamsallaştırılmış. Kitapta
oluşturulan bağlam fotoğrafçılık ve insan hakları söyleminin
arasındaki iki yönlü etkileşimi görmemizi sağlayacak şekilde
düzenlendiğinden, tartışma zemini her iki alan açısından da verimli
olabilecek bir nitelik kazanmış. Eser boyunca yapılan tartışmaları
yönlendiren iki büyük mesele olduğunu saptayabiliyoruz. İlk olarak,
fotoğrafçının kendi çalışmasının ürünü olan imajı, bir eylem biçimi
olarak savunuculukla nasıl bağdaştıracağı meselesiyle ilgili bir
tartışma alanının belirdiğini görüyoruz. Tabii burada yapılması
gereken iş, fotoğrafçılığı aktivizme dahil eden ve fotoğrafı
savunuculuk için değerli kılan özelliklerin ne olduğunu saptamak ve
bunun atölye fotoğrafçılarının eserlerinde nasıl yansıdığına
bakmak. İkinci olarak, fotoğrafın estetik gereklilikleriyle insan
haklarının etik çerçevesi arasında dengeli konum almakla ilgili
başka bir sorun kümesinin belirdiği dikkati çekiyor. Bu düzeyde
fotoğrafçılar gerçek bir paradoksla karşılaşıyor ve onların bu
paradoksla baş ederken geliştirdikleri yaklaşım, fotoğrafı ne yüce
bir güzellik idealinin gölgesine ne de dışsal bir gerçekliğin
temsiline indirgemememiz gerektiğini gösteriyor. Esasında fotoğraf
dünyayı güzellikle kurtaracak olan müdahalenin adıdır.
Bu konuyu açabilmek için tartışmaya bir eylem biçimi olarak
fotoğrafçılığın hak savunuculuğu içindeki yerini ele alarak
başlayabiliriz. Savunucular belgesel fotoğrafçılığı yapan kişiden,
görüntülediği olayın en çarpıcı yanlarını yakalamasını, diğer
insanlar nazarında ihlali görünür kılmasını ve böylelikle kuşaklar
boyunca aktarılabilir bir belge üretmesini beklerler. Bu
beklentiler bir eylem biçimi olarak fotoğrafçılığın savunuculuğa
bağlandığı yer hakkında bize fikir verir. Sonuçta savunuculuk
ihlalleri görünür kılmak, ortadan kaldırmak ve belgelemek gibi
faaliyetlerle bir arada yürütülen bir uğraş. Tüm bu faaliyetlerin
ardındaysa insanların çektikleri acının unutulmamasını sağlayacak
ve yaşananların tekrarını engelleyecek bir bellek oluşturabilme
arzusu yatar. O halde fotoğrafın bir savunuculuk aracı olarak
değeri, onun kolektif belleğimizin inşasında yerine getirdiği
işleve göre belirlenir demek yanlış olmaz. Bugüne kadarki kültürel
birikimimizin neredeyse tamamının fotoğraf makinesi, kamera veya
tarayıcı gibi aygıtlarla imaja dönüştürülmekte olduğu göz önüne
alınırsa, fotoğrafsız bir hak hareketinin neden düşünülemez olduğu
daha rahat anlaşılır. Fotoğraf, teknik imajların sınırsız yayılma
ve çoğaltılma potansiyeliyle donatılmış olduğundan, savunuculuğu
her ihtiyaç duyduğunda yeniden üretebileceği ve bu süreçte ortaya
çıkan tekrar döngüleri boyunca genişleyecek bir kolektif belleğin
olanaklarıyla buluşturur.
Fotoğrafik imajın kolektif bellekle olan bağı, onun gerçeklikle
nispeten ayrıcalıklı sayılacak bir ilişki içinde olduğunu görmemizi
sağlıyor. Burada gerçeklikten kasıt, fotoğrafta temsil edilen
olayın rötuş, montaj, kırpma gibi teknik yöntemlerle çarpıtılamaz
olduğu değildir. Konuyu şöyle de açıklayabiliriz: Bir imaj olarak
fotoğrafı diğer imajlardan ayıran özellik, gerçekten bu dünyada var
olmayan bir nesnenin fotoğraflanmasının mümkün olmamasıdır. Mesela
bir ressam tümüyle hayali bir objeyi resmedebilir, edebiyatçı
tümüyle kurgusal bir karakteri betimleyebilir; ama hiçbir
fotoğrafçı hayali veya kurgusal bir varlığın fotoğrafını
çekebilecek kadar yetenekli değildir. Fotoğraflanan her neyse, o
gerçekten var olmalı ve dış dünyada yer kaplamalıdır. Kısacası
fotoğraflanıyorum, o halde varım. Yani Cumartesi Anneleri’nin
eylemlerinde fotoğraflara sıkı sıkı tutunmasının ardındaki
psikolojik dinamikler, çok derinden gelen bu “Ben varım” itirazının
ve gerçeklik arzusunun dışavurumu olarak görülmelidir. Zorla
kaybedilmiş birinin yakını onun nerede olduğunu sorduğunda
karşılaştığı ilk tepki inkârdır. Çünkü sorumlular inkârın beslediği
şüphenin sisi içinde saklanmak isterler. Fotoğrafların meydanlara
taşınması için akla gelen ilk açıklama, kaybı görünür kılınma
isteğine vurgu yapar ve bu vurgu yanlış değildir. Ama daha derinden
gelen bir sesin kayıp şahıs için şunları söylediğine de kulak
kabartmak gerekir: “O vardı; şimdi yok.” Fotoğraf kayıp şahıs için
sadece bir görünürlük ekranı işlevi görmez, onun varlığı için bir
gerçeklik sertifikası gibi de işlev görür.
Fotoğrafik olay: Soldaki kadın
Talat Türkoğlu'nun yakını ve sağdaki de eşi zorla kaybedilen
Kolombiyalı Reneta. 1996'da bir sempozyumda buluştular; ikisi de
dil bilmiyordu, ama yine de anlaştılar.
Bu bağlamda seçilen fotoğrafların türünü belirlemek ve temsil
ettiği gerçekliğin ne olduğunu açığa çıkartmak kaybetmelere karşı
verilen mücadelede açısından bir önem kazanır. Eserde aktarıldığı
kadarıyla, bize gösterilen ve kayıpları temsil eden fotoğraflar
çoğunlukla bir vesikalık fotoğraftır, aralarında stüdyoda çekilen
veya Hasan Ocak’ın ağız dolusu güldüğü fotoğrafta olduğu gibi aile
albümünden çıkarılmış olanlar da vardır. Tüm bu fotoğraflarda kayıp
kişi en tanınan kısmıyla, yani yüzüyle temsil edilir. Eylem
fotoğrafları, elinde bu fotoğraflarla oturan insanların oluşturduğu
daire etrafında bir tur atarak veya tam karşılarına geçerek
çekilir. Bu da demektir ki kayıp eylemlerini belgeleyen
fotoğraflarda her zaman iki fotoğraf iç içedir; her kayıp fotoğrafı
bir başka fotoğrafın fotoğrafıdır. Biri kaybın gerçekliğine dair
olan, diğeri bu gerçekliğin etkilerinin kurduğu yeni gerçekliği
“temellük” ederek kendini gerçek kılan iki farklı dünya, kayıp
fotoğraflarında üst üste binmektedir. Çifte su verilmiş olan
gerçeklik, kayıp mücadelesinde olanlarla ilgili yeni yorum
olanaklarına kapı aralarken, bizi insanların acısının nasıl temsil
edilmesi gerektiği sorusuyla da yüzleşmek zorunda bırakır.
Ağır bir hak ihlalinin şiddetini ve onun yol açtığı acıyı
fotoğraflamak isteyen kişi, ilk olarak kendini bir açmazın içinde
bulur. Sanat tanım gereği “güzel” olana yönelir ve ortaya çıkan
sanat eserinde yakalanan güzelliğin izleyiciye estetik bir haz
yaşatması beklenir. Bu beklentiyi hak ihlallerini fotoğraflayan
kişi açısından değerlendirdiğimizde, acının estetize edilmesi ve
dolayısıyla izleyiciye bir haz nesnesi olarak sunulması gibi bir
sonuç karşımıza çıkmaktadır. Yani mesele başka insanların
acılarından haz almakla ilgili ahlaki bir soruna dönüşmektedir.
Diğer yandan, toplumda yaşanan acılara kayıtsız kalmak, adaletin ve
insanlık değerlerinin talepleri ile sanatsal üretimin varlık
koşulları açısından kabul edilemez bir durum ortaya çıkarır.
Estetik ve ahlaki normların karşılıklı olarak birbirini
gerektirmesi ve ihlal etmesi paradoks yaratmaktadır. Paradoksa
“çözüm” olsun diye estetik yaklaşımı dışlamayı, sadece fotoğrafın
teknik gerekliliklerini yerine getirmekle sınırlı kalmayı öneren
kişiler olmuştur. Ancak “Gözaltında Kayıp” atölyesinin
fotoğrafçıları, sanatın ruhuna aykırı olan bu püriten çözümün
dışında bir seçenek yaratmayı hedeflemişler ve adını da şöyle
koymuşlar: “feryadın içinden bakmak.”
Eserin genelinden anlaşıldığı kadarıyla insanların acısına
feryadın içinden yaklaşmak, iki farklı düzeyde başarılabilecek bir
iş. Yaklaşımın ilk düzeyi sanatçının fotoğrafladığı insanların
ilişkilerine dahil olması, yani onların eylemlilik sürecinin bir
bileşeni haline gelmesidir. Eylem sürecinde organizasyonla ilgili
tartışmalara katılmak da işin bir parçasını oluşturur. Tüm bunlar
belgesel fotoğrafçılığın karakterine dair algımızı gözden
geçirmemiz gerektiğini gösterir. Her belgesel fotoğrafının esasında
kendini önceleyen bir olayı kayıt altına aldığı söylenir. Oysa
fotoğrafçı gözlemci rolünü bırakıp katılımcıya dönüştüğünde, onu
çektiği fotoğraf da olayın bir parçası haline gelir. Fotoğrafla
olay yaratma arzusu, feryadın içinden bakmanın diğer düzeyini
çağırır. Bu düzeyde bir fotoğrafı oluşturan üç unsur arasındaki
ilişkinin, yani fotoğrafı izleyen, fotoğrafı çeken ve fotoğrafa
bakan arasındaki ilişkinin ters yüz olduğuna tanık oluruz.
Fotoğrafik bakışın izlediği normal yol, olaya izleyen kişinin
gözünden bakmaktır. Halbuki Cumartesi Anneleri'nin eylemleriyle
ilgili görsellerde, eylemciler başka insanların fotoğraflarını bize
gösterirken fotoğraflanmıştır. Onlara baktığımızda, bize gösterdiği
kayıp kişiyle beraber eylemcinin zaten bize bakmakta olduğunu fark
ederiz. Bu farkındalık bakışın fotoğraftaki doğrultusunun tersine
çevrilmesi yoluyla elde edilmiş bir etkidir. “Tersinden bakmak”,
imajın estetik sorununu onun güzelliğinden haz alma meselesi
olmaktan çıkarır; çünkü imgeye bakmak daha çok bir yüzleşme
biçimini alır. Artık fotoğrafçı, insanlar adına konuşmamaktadır,
sadece fotoğraftakiler konuşmaktadır. Bize başkaları adına
konuşmanın yanlışlığını gösteren, bizi dahil olmaya çağıran bir
eylem daveti yapmaktadır.
Böylesi davetlerde coşku ve meydan okuma her zaman bir arada
bulunur. Sanatın güzelliği doğrunun gücüne kavuştuğunda ortaya
çıkan böylesi coşkunluk anları, neden bilmem, ama bana hep şairin
ressama meydan okuduğu o meşhur dizeleri hatırlatır. Bilindiği
üzere Küba Devrimi’nin coşkusu içindeki Nazım Hikmet, yakın dostu
Abidin Dino’ya şu sözlerle meydan okumuştu: Sen mutluluğun resmini
yapabilir misin? Ressamın buna cevabı da eşit ölçüde ustaca ve
coşkuluydu. O, Türkiye de Küba gibi olduğunda elbette yaparım,
demeye getirir. Fakat buna ne tuval ne boya yeter. Burada şairden
aldığımız ilham ve ressamın verdiği cesaretle, fotoğrafçı dostlara
ortaya çıkardıkları güzel ve anlamlı çalışmaya teşekkür kabilinden
bir soru soralım: İnsan haklarının fotoğrafını çekebilir misiniz?
Zorla kaybedilen insanların yüzünün, cezaevindeki gazetecilerin
halinin değil. Bütün insanların eşit ve özgür doğduğunu söyleyen o
ilkenin veya herkesin güven içinde yaşamaya hakkı olduğunu söyleyen
o ilkenin fotoğrafını çekebilir misiniz? Siz insan haklarının
fotoğrafını çekebilir misiniz? İşin kolayına kaçmadan ama…