Zorla kaybetmelere karşı mücadele veren hak savunucuları bu cumartesi de buluştu. Fakat bu haftaki eylemde dikkate değer bir fark olduğu gözlemleniyordu. Ankara’da yakın zamanlarda kaçırılan ve bugüne kadar da kendisinden haber alınamamış insanların yakınları ilk defa buluşmaya katılmıştı. Ellerinde yakınlarının fotoğraflarıyla duran kadınların önünde yaptıkları açıklamada eylemciler kayıpların akıbetini soruyordu: “Hukuk kuralları herkese adil ve eşit biçimde uygulansın. Gökhan Türkmen, Yasin Ugan, Özgür Kaya, Erkan Irmak, Mustafa Yılmaz ve Salim Zeybek nerede?” Kayıpların “cemaat”le bağlantılı şahıslar olması, uygulamanın özel bir hedef gözetilerek yapıldığı ve ardında bir sistem olduğu izlenimini uyandırıyor. Türkiye, insanların sistematik bir şekilde kaybedildiği bir uygulamayla ilk defa bugün karşılaşmıyor. İlk olarak 90’lı yıllarda tanık olduğumuz zorla kaybetme yöntemi, o dönemde esas olarak kentleşen Kürt hareketini hedef alıyordu. Temel amacıysa onun yasal alanda temsil edilme talebini baskı altına almak oluşturuyordu. Görüldüğü kadarıyla şimdiki hedef “cemaat”le bağlantılı olduğu düşünülen insanlar ve kayıplar 17-25 Aralık sürecinden sonra başlayan hesaplamanın sürekliliği içinde anlamını kazanıyor.
İnsan haklarının bu şekilde sistematik veya yaygın olarak ihlal edildiği durumlarda, ihlalin ardındaki şiddet ekonomisi tarafından gerekli kılınan bir stratejik mantık olduğunu düşünmek yanlış değildir. Türkiye’de karşılaştığımız ihlallerin de çoğunlukla döneme ve mekâna uygun bir mantık çerçevesinde işlediğini görüyoruz. Bununla neyi kastettiğimi örneklemek için, otuz binden fazla insanın kaybedildiği Arjantin deneyimi üzerinde kısaca durmak yararlı olabilir. Arjantin’deki kayıp uygulamaları sadece muhalif bireyleri ortadan kaldırmakla kalmıyor, onların yakınlarının, dostlarının ve bağlı oldukları siyasal yapılanmaların enerjisini de bu meseleye odaklıyor ve kısmen de olsa etkisizleştiriyordu. Dahası kayıp şahısların çocuklarına da el konuyor, çocuklar bazen bizzat kayıp sürecinden sorumlu olan faillere, bazen de devlete sadık olan başka ailelere veriliyordu. Tüm bu ihlaller faillerin ve sürecin gizli kalmasını ve gerektiğinde inkâr edilebilmesini mümkün kılacak şekilde organize ediliyordu. Aslında bu durum sadece devletleri bağlayan insan hakları kurallarının yaptırımlardan kaçmak için kullanılmıyordu. Çünkü işkence gibi, (bazı durumlarda işkenceyi de içeren) kayıp uygulaması da sadece gizli ve inkâr edilebilir olduğu ölçüde kullanışlı ve etkili olabiliyordu.
Söz konusu gizlilik ve inkâr, bu etkiyi şiddetin doğrudan hedeflerin ötesine taşıyan ve toplumu kuşatacak boyutlara yükselten asıl dinamiktir. Bu durumun nedeni, hukuk dışı şiddetin devlet veya devlet karşıtları tarafından kullanıldığı durumlar kıyaslandığında daha açık anlaşılır. Silahlı bir örgüt eylem yaptığında, mesela bir yeri bombaladığında veya birini kaçırdığında, genel bir eğilim olarak bunun altına imzasını da koymak ister. Örgüt davranışındaki açıklık ve üstlenme eğilimi, onun toplumsal iletişim ağlarına ne ölçüde nüfuz edebildiğine bağlı olarak değişiklik gösterir. Bazen aynı eylemi birden fazla yapının üstelendiği olaylara dahi rastlamamızın nedenini de bu durum oluşturur. Oysa konu devlete gelince bu eğilim tümüyle tersine döner. Arjantin’de veya 90’lar Türkiye’sinde olduğu gibi, bir süredir kayıp olan birinin bedeni ücra bir yerde terk edilmiş halde bulunduğunda, bu eylem açıkça üstlenilmese de herkes faili tanır ve mesajı anlar. Çünkü kaybedilen kişinin bedeni için iki durum söz konusu olabilir: kişi ya gaiptir ya da bulunmuştur. Ancak her iki durumda da izler devleti işaret eder. Bedenin yokluğu aramanın yokluğuyla birleşince devletin varlığını varsayarken, beden bulunduğunda maruz kalınan şiddetin işaretleri yine devleti ima eder.
Demek ki inkâr ve gizlilik hiçbir şekilde mesajın iletilmesi için engel değildir. Hatta inkâr belli varsayımlarla gizlilikse belli imalarla mesajı kapsamını hitap ettiği kitleyi genişletir. Bu bakımdan inkârın görünen nedenine çok fazla önem atfetmemek gerekir. İnkârın görünen nedeni, devletin uluslararası yükümlülüklerinden kaynaklanan sorumluluklar veya içerdeki iktidar blokunun yarattığı dengelerdir. Bu yüzden kayıplar sorulduğunda, yetkililer her zaman insan haklarına duydukları saygıyı dile getirmekte ve konunun titizlikle incelendiğini belirtmektedirler. Fakat aslında böyle bir gizliliğin dayalı olduğu varsayımlar ve ima ettikleri eylemin getirisinin bu yüzeysel kazanımların çok ötesinde olduğunu göstermektedir. Her şeyi bir arada düşündüğümüzde, yaşanan ihlalin aslında günümüz insanının direnç kapasitesini besleyen kaynaklara dönük bir saldırı olduğu net bir şekilde anlaşılıyor.
Durumu şu şekilde açıklamak mümkün: Modern siyasal hayat, bireylerin açık ve belirlenmiş kurallara göre yaşaması durumunda devlet tarafından tam bir güvenlik içinde tutulacağı yanılsaması üzerine oturtulmuştur. Yanılsama iki katmanlı olup bir yanıyla açık kuralların yeterli olduğu inancına diğer yönüyle siyasal alanda güvenliğin devlet tarafından sağlanacağı inancına dayalıdır. İnkâr, bu iki inancın dayandığı varsayımları temelinden sarsar ve toplumsal ilişkilere istikrar kazandıran güven duygusunu ortadan kaldırır. Herkesin güvenliğinden sorumlu olan ve herkesin haklarını koruması gereken güç kendisinden beklenenin aksini yapmıştır. Aslında duygusal travma dediğimiz şey de tam olarak böylesi bir ihanete uğramışlık hissidir. Toplumsal çözülme, dayanışma ağlarının artı bireyi iktidar karşısında güçlü kılamayacak ölçüde gevşediği düzeye kadar devam eder. Mesele mevcut muhalefetin fiziki tasfiyesinden ibaret değildir, aynı zamanda ses çıkmayan ve itirazdan arınmış bir dünya inşa etmektir.
138 gündür kayıp durumdaki Mustafa Yılmaz’ın eşinin söyledikleri, söz konusu güven kaybının ne anlama geldiğini açıkça gözler önüne seriyor: “Eşim kendisini sivil polis olarak tanıtanlar tarafından kaçırıldı. Ben bu eli devletimden beklerdim ama bu eli bana önce İnsan Hakları Derneği açtı. Çocuğumuza kaybolunca polis amcalarına git derdik. Güvenimizi sarstılar. Bunları hak etmedik…” Güven kaybı ve kayıp kişinin yokluğuyla açılan yara nasıl sağaltılır ki? Yahut böyle bir yaranın sağaltılması mümkün mü? Aslında kayıp karşısındaki tutumumuz neyin kaybedildiğine bağlı olarak değişebiliyor. Mesela kaybolmuş bir eşyayı çok arayıp da bulamadığımızda ara veririz; bir umut, kendiliğinden açığa çıkar diye. Yahut evi paylaştığımız bir kedi kaybolduğunda sokak sokak fotoğraflarını asar, görenlerin aramasını ve bilgi vermesini isteriz. Bir çocuk kaybolduğundaysa gazetelere ilan verir ve polise başvururuz. Peki ya yetişkin bir insan? Hele bu insan, bilinen ama kimsenin görmediği, üzerine konuştuğumuz ama kendisi konuşmayan, hep korunan ve kollanan faillerce kaçırılmışsa?
Tabii ki her kaybın kendi içinde sonsuz bir önem taşıdığı ve onu yitirenler açısından sonsuz bir değere sahip olduğu söylenebilir. Ama zorla kayıplarda karşılaştığımız durum, Jean Amery’nin deyişiyle “dünyaya duyulan itimadın kaybolması” bakımından bambaşka bir önem taşır. Zorla kayıp, insanların devlet görevlileri veya devletçe himaye edilen kişiler aracılığıyla kaybedilerek hukukun koruduğu alanın dışına çıkarılmasını anlatır. Burada ihlal, zaman açısından tümüyle ucu açık olan ve devamlılık arz eden süreçte gerçekleşiyor. Geçmişte var olduğu halde şimdi ve burada var olmayan, gelecekte burada ve yanımızda olması gerektiği halde belki de olmayabilecek bir kişidir kayıp. Belki de Plazo de Mayo’da veya Galatasaray’da buluşan annelerin eylemini bu düşünceler ışığında düşündüğümüzde çabayı ve ısrarın kaynağını daha iyi anlayabiliriz. Esasında kayıpları unutmama ve unutturmama çabası, kayıpların akıbetine dair dünyaya sorulan sorular handiyse bozguna uğramış bir dünyayı yeniden kurmakla ilgili muazzam bir gayretin çekirdeğidir. Yaşadığımız anda ve mekânda hazır bulunmayan kayıpların, mümkünün imkânsıza galebe çalacağı gün gelinceye kadar devam edecek bir tekrar sürecinde, ait oldukları dünyaya iadesini talep etmenin ve sorumluların cezalandırılmasını istemenin anlamı da böylece kendiliğinden açığa çıkar: kayıp kişilerin şahsında yitirilen insanlar dünyasını geri kazanmak.