Kaypakkaya’da özgün olan
Kaypakkaya gibi özellikle de Kemalizm ve Kürt sorununda radikal bir kopuşu gerçekleştirmiş devrimci bir öncünün takipçileri, sonraki yıllarda ondaki bu özgün yönü rehber alıp derinleştirme doğrultusunda bir hat izlemek yerine onun 1971 koşullarında dile getirdiklerini adeta kutsal bir metin gibi belleyip hayatı ve gerçekleri o kalıpların içine sıkıştırmaya çalışan bir dogmatizmin temsilcileri olarak tanındılar.
H. Selim Açan
İbrahim Kaypakkaya, ’71 devrimci hareketinin sembol isimleri arasında hak ettiği değeri tam bulamamış bir öncüdür.
Kaypakkaya’nın bu “talihsizliği” üç nedene bağlanabilir:
1-) Legal olanakların dolayısıyla düşünce ve eylemlerinin kamuoyu tarafından öğrenilmesi imkanlarının görece çok daha geniş olduğu 12 Mart darbe dönemine -hatta onun konumunu sağlamlaştırıp baskı ve sansürünün etkinlik kazandığı aylara kadar- Türkiye solunda o zamanlar (da) saygınlığı olmayan bir hareketin -Doğu Perinçek’in Aydınlık’ı- saflarında yer almış olmasıdır. Aydınlık’tan kopuşu geç olmuştur. Ondan sonrasında da görüşlerini sol kamuoyuna duyurabilme olanağı ve fırsatını fazla bulamamıştır.
2-) Türkiye solunun tarihinde devrimci bir kopuşu temsil eden ’71 devrimci hareketinin omurgasını üç örgüt oluşturur: Deniz-Yusuf-Hüseyin İnan’la özdeşleşmiş olan THKO, Mahir, Ulaş ve Kızıldere ile anılan THKP/C ve Kaypakkaya’nın önderliğindeki TKP/ML-TİKKO. Bunlardan THKO ve THKP/C gerek oluşum/kuruluş süreçleri gerekse kadro yapısı itibarıyla kentli küçük burjuva bir karakter taşırlar. TKP/ML TİKKO ise hem temel faaliyet alanı hem de kadro yapısı itibarıyla kırsal kesime dayanır. Bu anlamda ‘köylü’ bir karakter taşır.
3-) Her üç örgütün önder kadrolarının değişik biçimlerde katledildiği 12 Mart’tan çıkış sürecinde de sürer hatta derinleşir bu sınıfsal-alansal farklılık. THKO ve THKP/C’nin prestijine dayanarak o çizgilerin mirasçısı iddiasıyla ortaya çıkan bütün yapılanmalar önceleri Ankara ve İstanbul ağırlıklı öğrenci gençlik hareketine dayandılar, oralardan güç alarak başka kent ve alanlara yayıldılar. Kaypakkaya çizgisinin takipçileri ise o kesitte önce Dersim merkezli olmak üzere Malatya’nın ötesindeki Kürt coğrafyasında toparlandılar. Düşünün ki, Ankara gibi bir öğrenci kentinde dahi 12 Mart sonrasının ‘ilk’ TİKKO’cuları ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) kurulduktan aylar sonra boy gösterdiler.
12 Mart sonrasının toparlanma sürecinde Kaypakkaya (yanlılarının) diğer iki devrimci örgütü canlandırmaya yönelen takipçilere kıyasla bir talihsizliği de bu toparlanmaya yol gösterecek güçlü bir siyasi-manevi önderlikten mahrum kalışlarıdır. Hak edilmiş olup olmaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte diğer iki örgüt 12 Mart öncesinde örgütlenip o örgütlerin kuruluş dönemi faaliyetlerinde yer aldıkları için cezaevlerinde yatmış, dolayısıyla o çizgilerin taraftar kamuoyu içinde tanınıp-bilinen isimler etrafında toparlandılar. TİKKO’nun kurucu kadroları içinden sağ kalanların hiçbiri bu role soyunmadı. Kendilerinden beklenti içinde genç ve deneyimsiz kadro ve taraftarları hayal kırıklığına uğratarak o kritik tarihsel kesitte yüzüstü bıraktılar.
Kaypakkaya çizgisinin takipçilerinin o yıllardan başlayarak “İbrahim yorumlamaları”ndaki farklılıklar nedeniyle sık sık bölünme yaşayan mitoz bir karakter kazanmasının temelinde yatan etkenlerden biri de budur kanımca.
İbrahim Kaypakkaya denildiği zaman ismini duymuş olanların aklına hemen 12 Mart’ın işkencecileri karşısındaki efsanevi direnişi gelir. Türkiye solunun tarihinde Kaypakkaya bu konuda gerçekten de bir anıttır. 12 Eylül faşizmi sırasında işkencede direnişi kadro ve taraftarlarının ezici çoğunluğuyla örgüt çapında genelleşmiş bir tutum düzlemine yükselten (örneğin tutsak düşen 8 Merkez Komite üyesinden İstanbul’da direnip Adana’da ifade veren biri dışında kalan diğer 7’si -bazıları aylarca süren işkencelere rağmen- üzerlerinde çıkan sahte kimliklerde direnmişlerdir) TİKB militanları başta olmak üzere Türkiye devrimci hareketinin kadro ve taraftarları ilerleyen yıllarda bu konuda Kaypakkaya’yı örnek almışlardır.
İbrahim Kaypakkaya Türkiye solunun tarihinde ikinci olarak özellikle Kürt sorununda Kemalizm'den köklü bir kopuşun öncüsü olmasıyla tanınır. THKO ve THKP-C kadroları da içinde olmak üzere ’68 sonrası devrimciliğinin özellikle de küçük burjuva milliyetçi içerikte bir anti-emperyalizm kavrayışından hareketle Kemalizm'e olan bağ(ım)lılığı göz önüne getirilecek olursa Kaypakkaya’nın bu konularda sergilediği net devrimci kopuşun anlam ve değeri daha iyi anlaşılır. O tarihsel koşullarda bu, düşünsel bir devrimi ifade eder.
Fakat Kaypakkaya’nın en az bu iki yönü kadar önemli ne var ki genellikle gözden kaçırılan ayırdedici bir özelliği daha vardır: Özgünlüğü. Ayaklarını bu coğrafyaya basmaya çalışması.
Asıl olarak Türkiye devriminin izleyeceği yol konusunda birbirlerinden ayrılan dönemin diğer iki devrimci örgütünden THKO’nun da THKP-C’nin de çizgi ve görüşleri o dönem Latin Amerika’nın değişik ülkelerinde zaten düşünsel ve pratik bir güç haline gelmiş görüşlerin Türkiye’ye uyarlanmasıdır. Daha çok Mahir Çayan’ın Kesintisizler olarak bilinen çözümlemelerinin aynı zamanda özgün yönler içerdiği bir gerçektir ama sonuç olarak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS) temelinde yürütülecek ‘öncü savaş’ anlayışı da başlangıçta kırda örgütlenecek küçük birimlere dayalı gerilla savaşının kırlardan şehirlere doğru gelişmesi stratejisine dayalı Fokoculuk da Latin Amerika kökenli, bu anlamda bir nev’i ‘tercüme’ stratejilerdir.
Gerçi Kaypakkaya da bu konuda farklı bir konumda değildir. Onun dünya görüşünün temel çerçevesini de Maoculuk oluşturur. Maocudur hem de katı bir Maocudur. Fakat o bunu genel bir ideolojik kalıp düzeyinde bırakmayıp Türkiye somutu ile birleştirme yönelimine girmesiyle Deniz’ler (daha doğrusu THKO’nun teorisyeni Hüseyin İnan) ve Mahir’den ayrılır. Aydınlık’tan ayrılmadan öncesinden başlayarak Çorum-Malatya ve Dersim havalisinde yürüttüğü sosyo-ekonomik yapı araştırmalarıyla girdiği yönelim bu yönüyle anlamlı ve değerli bir adımdır.
Kaypakkaya gibi özellikle de Kemalizm ve Kürt sorununda radikal bir kopuşu gerçekleştirmiş devrimci bir öncünün takipçileri, sonraki yıllarda ondaki bu özgün yönü rehber alıp derinleştirme doğrultusunda bir hat izlemek yerine onun 1971 koşullarında dile getirdiklerini adeta kutsal bir metin gibi belleyip hayatı ve gerçekleri o kalıpların içine sıkıştırmaya çalışan bir dogmatizmin temsilcileri olarak tanındılar. 2020 yılının Türkiye’sini hâlâ yarı sömürge-yarı feodal bir ülke olarak değerlendirmek bu dogmatik tutuculuğun derinliği ve katılığı hakkında bir fikir verir herhalde.
Önceleri trajik bir görünüm yaratan bu dogmatizmi 12 Eylül sonrasında bile sürdürmekte ısrar, artık büyük ölçüde kentlileşmiş bir toplumun yeni yetişen genç kuşakları nezdinde Kaypakkaya’nın tarihsel gerçekliği içinde ele alınıp değerlendirilmesini de engelleyici bir rol oynadı. Kaypakkaya’nın değerinin yeterince anlaşılmamasının nedenlerinden biri de onu bu tarzda mumyalamak oldu zaten.