Kayyım, Öcalan’ın sesi ve tarih

Öcalan'ın bölgesel dinamikleri ve politik zemini koklayan demeci, devlet aklına atıfta bulunması, ismini zikretmediği Erdoğan’ın tek muhatap olmadığını görmesidir. Elli yıla yaklaşan Ortadoğu’daki politik sürecinin kimleri öğüttüğünü veya bertaraf ettiğini Öcalan herkesten iyi biliyor. Çünkü yüzyıl önce de değişim, demokrasi, özgürlük nakaratıyla başa gelen İttihat Terakki nasıl Osmanlı halklarının istemlerine sırtını döndüyse, AKP de yolun sonunda müesses nizama teslim oldu.

Abone ol

İnan Kızılkaya*

Diyarbakır, Mardin ve Van’ın belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atanmasıyla, Türkiye’nin gündemi bir anda alevlendi. 31 Mart yerel ve tekrarlanan 23 Haziran İstanbul seçimleri sonrası oluşan rehavet havası bir anda dağıldı. Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye bölgesine girmek için aylarca yaptığı askeri yığınak ve politik-psikolojik tazyik, ABD’yle varılan mutabakat sonrası içeriye taşırıldı. Güvenli Bölge’nin tam olarak neyi içerdiği ve nasıl oluşacağı zamana yayılmış bir zeminde, hem Suriye genelindeki hem de Rojava’daki politik aktörlerin güç mücadelesiyle şekillenecek.

Her ne kadar devletçi kalemşörler, Türkiye’nin kararlılığı ve baskısı sonrası ABD’nin uzlaşmak zorunda kaldığını söyleseler de kazın ayağı öyle değil. Türkiye’nin murat ettiği ile uzlaşma metninin birbirini tutmadığı çelişkisini gizlemek için fazladan kelime harcıyorlar. Gireriz, yıkarız, yerle bir ederiz edebiyatının saha gerçekliği ile uyuşmadığını en iyi devletin yönetici kadrosu biliyor. 4 Ağustos’ta devlet koalisyonunun bir numaralı sözcüsü Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Şimdi de Fırat’ın doğusuna gireceğiz, bunu Rusya ve ABD’yle paylaştık” demişti. ABD Savunma Bakanı Mark Esper’in 6 Ağustos’ta, “Açıkça herhangi bir tek taraflı hareketin kabul edilemeyeceğini düşünüyoruz” mesajı ise Erdoğan’a sınırlarını hatırlatan bir cevaptı. Bir gün sonra da mutabakat imzalandı.

KENDİ GÜCÜNÜ ABARTMA, COĞRAFİ VE BÖLGESEL GERÇEKLİKTEN KOPUKLUK

Rojava’daki özerk yönetimi dağıtıp, elini kolunu sallayarak 30-40 kilometre derinliğinde yüz binlerce km alanı tutabilecek askeri güç ve bunu besleyebilecek bir ekonomi ve uluslararası uygunluk ve yerel güçlerin desteği olmadan bunu başarabilmek mümkün değil. İnsanın aklına İttihat Terakki’nin en histerik elebaşı Enver Paşa’nın yürüttüğü Sarıkamış tradejisi geliyor. Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa Anadolu’yu Ruslardan kurtarıp Kafkaslara uzanabilme ve Turan birliğini kurma hayali taşıyordu. 22 Aralık 1914’te başlayan ve 4 Ocak 1915’te geri çekilmeyle sonuçlanan modern tarihin en büyük askeri yenilgilerinden biri olarak tarihte yerini aldı. Tarihçiler üzerinde anlaşamasalar da Allah-ü Ekber dağlarında 30 bin ile 100 bin arasında askerin, ikmal sisteminin çökmesiyle kışın soğuğunda donarak ve tifüs salgınıyla yaşamını kaybettiğini not edelim. Arazi şartları, kendi gücünü abartma, bölgesel ve coğrafik gerçeklikten kopuk siyasetin geldiği nokta, bir imparatorluğu yeniden diriltme politikasızlığının can havliydi.

AKP’NİN, İTTİHAT VE TERAKKİ İLE BENZERLİĞİ

Ülkeye demokrasi getireceği ve bürokratik mekanizmayı lağvedeceği vaadiyle kitleleri peşinden sürükleyen AKP’nin geldiği nokta İttihat Terakki’nin başlangıç ve tükenme noktalarıyla olan benzerliği andırıyor. Örgütlenme modelleri farklı da olsa onlar da selefleri gibi -AKP de başta 12 Eylül rejimini sonlandırmayı istiyordu- monarşinin yani 2. Abdülhamid’in istibdat yönetimine karşı ‘özgürlük bayrağıyla’ yola çıkmışlardı. Her ikisi de birlikte yola çıktıklarının taleplerini unutan ve devirdikleri yönetimin dayandığı usulleri aşan bir miras bıraktılar. Ne diyelim devlette devamlılık esastır! Enver Paşa İstanbul’a döndüğünde 2. Abdülhamid’in ruhunu rüzgara üflercesine Sarıkamış hareketiyle ilgili tek bir satır, haber çıkmasına veyahut fotoğrafa izin vermez. Uygulanan sansür politikası ile ancak 1922 yılında yapılan yayınlarla Sarıkamış trajedisinden halkımız haberdar olur. Basın üzerindeki kıskaç bugünün buluşu değil yani.

POSTMODERN DARBE, DİNCİ SİYASETİN ÖNÜNÜ AÇTI

Emperyal emelleri tuz buz olan siyasetin üzerinde yükseldiği cumhuriyetin modernist-batıcı Kemalistleri ile modernist-muhafazakâr-dinci kesimleri arasındaki güç mücadelesi bugüne değin devam etti. 1980 sonrası demokratik-sol kesimlerin, Kürt mücadelesi ve politik İslamın yüklendiği Kemalist devlet yapılanmasının tahrip olmasından dinci siyaset yararlandı. 1994’te Refah Partisi’nde belediyelerde başlayan kazanımlar, 2002 yılında hükümet olmalarıyla sonuçlandı. İrtica karşıtı savıyla 28 Şubat 1997’de gerçekleşen postmodern darbenin dinci siyasetin önünü açtığını da belirtelim.

Reel sosyalizmin çözülüşüyle kapitalizmin sığınılacak tek liman olduğu olgusu beraberinde kitleleri de arayışa itti. Dünya çapındaki bu yenilgiden doğan boşluğu ideolojik harç işlevi gören Samule P. Huntington’un Medeniyetler Çatışması vb. tezler doldurdu. Bu tez vaktiyle İslamcı aydınların da sarıldığı bir modern amentü idi. Bu elverişli zeminde neo-liberal söylemle iktidara yürüyen dinci siyaset içte Kemalist devlet karşısında, 2011’de başlayan Suriye iç savaşına kadar kendini ‘muhalif’ olarak pazarladı. Toplumun en geniş ağlarıyla kurduğu ‘araçsal bağ’, yeterince semirdiğine olan inancını pekiştirdi. Bu dönemde sol-liberal aydın zümresi, Kürt muhafazakâr kesimler, İstanbul sermayesinin yanında büyüyen orta boy Anadolu ‘helal sermayesi’ ve devletin tüm olanaklarını açtığı imtiyazlı Fetullahçı çete ile girdiği gizli-kapaklı koalisyon ve kendi bünyesinde yetiştirdiği orta boy İslamcı aydınlar ile birlikte artık iktidar olduğuna karar verdi.

DİNCİ SİYASET, MÜESSES NİZAMA GENÇLİK AŞISI OLDU

Aslında iç toplumsal ve de dış uluslararası konjonktürün elverişliliğiyle yaşama ve büyüme şansı verdiği dinci siyaset, bugün de hâlihazırda içte müesses nizama gençlik aşısı oldu; İslamcı-muhafazakâr değerleri sisteme taşıyarak kendisine daha büyük bir yayılma alanı yarattı. Sistemden dışlanan halkın yani çevrenin merkezi yani asli yerine döndüğüne dair Birikim aklının tevatürünü es geçmeyelim. Fakat es geçtikleri sınıf ve ezilenlerin kavgasına entellektüel bir şemsiye giydireyim derken nereye düştükleri de ayrı bir tartışma. Ki dinci siyasetin soldan devşirdiği yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklara karşı olduğu söyleminin yerinde bugün yeller esiyor. ‘Helal lokmayı’ düstur edindiğini söyleyen dinci siyasetin yolsuzluk künyesi, yasak hakikati, yoksulluk ise durmadan aşınan bir olgu olarak varlığını sürdürülüyor.

SURİYELİ KÜRTLER KİMSENİN TAHMİN ETMEDİĞİ BİR YOL SEÇTİ

Suriye iç savaşı patlak verdiğinde öyle ki gazını alamayarak Şam’da alnı secdeye değmeye teşne zamanlara saatler ayarlandı. AKP tarafından bugünün cüzamlısı muamelesi reva görülen Ahmet Davutoğlu, “sıfır sorun” olarak başlattığı “stratejik derinlik” içinde itibar suikastına uğradığına dair sesine kulak vermemizi istiyor. Hayatımıza tekrar girmek için adını bile değiştirmeye razı bir moda bürünerek ihtirasını belli ediyor. Türkiye, ABD, bazı Avrupa ülkeleri ve koçbaşı Arap devletlerinin palazlandırdığı Müslüman Kardeşlerin türevleri olan Suriye muhalefetinin geldiği nokta malumumuz. Türkiye ise heveskâr politikasının karşılığını yeterince alamadığına ikna olarak dümeni batı ve Arap bloğunun karşısında yer alan Rusya hattına kaydıralı birkaç yıl oldu. Ama Trans-Atlantik bloğu da ihmal etmeden, ikisini de sonsuza kadar idare edeceğini sanan bir naiflikle. Çünkü hesabını bozan gelişme, Suriyeli Kürtlerin kimsenin tahmin etmediği bir yol seçmesiydi. Suriye’de İslamcı muhalefetin içinde yer almayıp, Baasçı rejime de yaltaklanmayan, üçüncü bir yol seçen ve de siyasal çizgisini toplumsal bir kimliğe büründürmeye çalışan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın fikirlerini referans alan bir model ortaya koyuldu. Francis Fukuyama tarafından ‘Tarihin Sonu’nun ilan edildiği bir dönemin ardından Rojava’da dünyanın gözü önünde komünal sosyal değerlerin yeşermesi şaşkınlık yarattı. Temmuz 2012’de başlayan kantonal bir siyasi idari yapıya bürünen model, zamanla dönüşüm geçirse de Türkiye’nin uykularını kaçırmaya devam ediyor. Esed’i devirmeyi amaçlarken burnunun dibinde yeşeren çıban başını ağrıttı.

Enver Paşa gibi ayazda kalan AKP liderliği donmamak için önceliğini değiştirmek zorunda kaldı. ABD’nin ve Arap liderlikleri Rusya’nın hamlesiyle Esed’in devrilemeyeceğinin anlaşılmasıyla politikalarını revize etmek zorunda kaldılar. AKP liderliği Şam’da namaz kılamamayı sineye çekmek zorunda kaldı. Abdestini tazeleyip Rojava’da yükselen dinamizm ile yatıp kalkmaya başladı. Etkileyebildiği ve de lojistik, mekân, para, silah ve istihbarat sağladığı İslamcı örgütleri Rojava üzerine saldırttı.

GEZİ İLE ERDOĞAN’IN MEŞRULUĞU TARTIŞILMAYA BAŞLANDI

Türkiye cephesinde de Kürt mücadelesinin AKP’yi müzakereye çektiği bu süreçte içte vesayetçi sistem geri çekilmişti, iktidarda ise AKP ile Fetullahçı çete arasında kapışma yaşanıyordu. Öncesinde yaşanan MİT krizi ile Hakan Fidan’ın tutuklanma girişimini de ekleyelim. 2013 Newrozu’nda Diyarbakır’da Öcalan’ın okunan mektubuna milyonların şahitlik etmesi ve silahlar yerine siyasetin önerilmesine Kürt tarafı coşkuyla onay verdi. Erdoğan’ın hem müzakere politikasında Kürtlerin kendine daha da yakınlaşacağına dair beklentisi gerçekleşmedi hem de “Ne istediniz de vermedik” dediği ve devlet içine çöreklenmesine yol verdiği Fetullahçı çetenin yolsuzluk dosyalarıyla yaptığı saldırıya maruz kaldı. Bu esnada Gezi isyanı patlak verdi. Her ne kadar içinde ulusalcı-devletçi tonları olsa da isyanın bütün ülkeyi kapsamasıyla toplumun ciddi bir bölümünün gözünde Erdoğan’ın meşruluğu tartışılmaya başlandı.

Gezi’de yıllarca biriken toplumsal öfke kendini dışa vuracak bir mecra buldu. Benmerkezci siyasete karşı emekçi, çevreci, kadın, genç, yaşam tarzı odaklı renkli ve çoğulcu bir protestoya karşı AKP liderliği kullandığı baskı yöntemiyle isyanı söndürmeye çalışırken ittifak yaptığı kesimleri de elemeye başladı. Her farklı toplumsal kesimin kendi meşrebince sokağa indiği bu itiraz Erdoğan’ın da beklemediği bir durumdu. Eleştirmeye başlayan sol-liberal zümre de ittifaktan kopmaya başladı. Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimiyle tek adam ısrarını ortaya koyan Erdoğan’ın nereye varacağı daha tam kestirilemiyordu. Muhafazakâr Türklerin ve Kürtlerin hala eteğine tutunduğu Erdoğan’ın, ekim ayında IŞİD kuşatmasıyla Kobani’nin düşeceğini müjdelemesi ise Kürt karşıtlığının dışa vurumuydu. Kuzeyde Kürtlerin sınır boylarında ve bulundukları her ilde gösterdikleri refleks, Kobani direnişinin dünyada duyulmasını sağladı. Akabinde ABD önderliğinde uluslararası koalisyonun hava desteği Rojava gerçeğini dünyaya tanıttı.

ŞEHİRLERE SIÇRAYAN SAVAŞ, SENDELEYEN ERDOĞAN’IN ELİNE KOZ VERDİ

28 Şubat 2015’te devlet ile İmralı’da yürütülen müzakerelerin sonucunda AKP ve HDP tarafından imzalanan Dolmabahçe Mutabakatı ile müzakerenin yol haritası kamuoyuna açıklandı. 7 Haziran 2015 genel seçim sonuçları ise AKP’nin tek başına hükümet olma seçeneğini ortadan kaldıran bir yenilgi oldu. Erdoğan sandıktan çıkan sonuçla ayakta kalamayacağını gördüğünden öncesinden işaretlerini verdiği müzakere masasını devirdi. PKK’nin de karşılık vermesiyle çatışmalı süreç yeniden başladı. Şehirlere sıçrayan savaş, sendeleyen Erdoğan’ın eline büyük bir koz verdi.

Şehirlerin yıkımıyla birbirine diş bileyen kesimler bir araya gelecek fırsatı yakaladı. Sırtını, tasfiye etmeye çalıştığı Ergenekoncu/Avrasyacı güç ve Kürtler ile müzakereyi ihanet olarak gören MHP’ye dayadı. Devletin hiçbir zaman uymadığı ama en azından kâğıt üzerinde kabul ettiği hukuk ise yeni devlet koalisyonu için artık pranga idi. Açık işaretlerinin görüldüğü ve müzakere biterse “darbe mekaniği”nin devreye gireceğini daha önce defaatle tekrarlayan Öcalan ise ağır tecride alındı ve dünyayla teması kesildi.

BELEDİYELERE ATANAN KAYYIMLAR, SÖMÜRGE PRATİĞİNİN UYGULAYICILARIYDI

2016 Ocak ayında binlerce bilim insanının Barış Bildirisi ile yaptığı uyarı, devlet fideliğinde boy veren mafyatik suçlularca tehdit ile cevaplandı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ise Erdoğan’ın tek adam hevesini kamçılarken devlet koalisyonu için ise politikalarını hayata geçireceği bir kaldıraç olarak görüldü. Darbe ile mücadele adı altında muhalif gördükleri her kesim üzerinde de baskıyı arttırdılar. Osmanlının son döneminden bu yana oluşan yarım yamalak modern birikim bir çırpıda tasfiye edildi. Yargı, bilim, yönetim, basın ve sivil toplumsal birikim hallaç pamuğu gibi dağıtıldı. Kürtlerin de bin bir emekle ördükleri kazanımlarına tırpan vuruldu ve tüm kurumları parçalandı. Selahattin Demirtaş ve seçilmiş vekiller başta olmak üzere belediye başkanları tutuklandı. Belediyelere atanan kayyımlar bir sömürge pratiğinin uygulayıcılarıydı. Züccaciye dükkânına giren fil misali mekânı dağıttılar.

Ülke sathında dozu sürekli arttırılan milliyetçi histeri ile iç ve dış düşman ezberine ‘üst akıl’ da eklenerek rıza üretme seanslarına toplum maruz bırakıldı. Bu koşullarda Nisan 2017 referandumu ile hâlâ neye benzediği anlaşılamayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi şaibeli sandık oyunu ile geçti. Parlamento işlevsizleştirilerek KHK ile adeta korsanvari bir hukuk ile ülke yönetilmeye başlandı.

DEVLET KOALİSYONU, ROJAVA DİNAMİZMİNİ KIRMAYI HEDEFLEDİ AMA BAŞARAMADI

Devlet koalisyonu, darbe girişimi ile kendi içinde bölünen TSK’yi Suriye topraklarına sokarak yapılan Fırat Kalkanı ve Afrin operasyonları ile Rojava dinamizmini kırmayı hedefledi. Afrin’e NATO-ABD’nin sessiz onayı ve Rusya’nın evet demesiyle girildiğini de söyleyelim. Desteklediği çetelerinden istediği sonucu alamadı ve sahada bizzat askeri güçle bulunarak ilerde kurulacak Suriye masasında da söz sahibi olmayı düşündü.

2018 Haziran Genel Seçimlerinde HDP’yi yüzde onluk baraj altında bırakma çabası da kadük kalınca içte yine muratlarına eremediler. Darbe girişiminden sonra özellikle ABD ile köpürtülen dış düşman algısı Rahip Brunson olayı ile ayyuka çıktı. Türk lirası karşısında fırlayan dolar, kırılgan ekonomiyi iyice sarstı. Bu yıl yapılan yerel seçimlerde ise Kürtlerin hem belediyelerinin büyük çoğunluğunu yeniden kazanması hem de ekonominin belkemiği büyük şehirlerde faşizan bloğa kaybettirmesi ciddi bir sarsıntı yaşattı.

CHP LİDERLİĞİ ÜZERİNDE DEMOKLES’İN KILIÇINI SALLAMAYI SÜRDÜRECEKLER

31 Mart’tan sonra Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” sözü ise devlet koalisyonun eşbaşkanlarından Devlet Bahçeli tarafından soru işaretleriyle karşılandı. Bahçeli’nin çıkışı, bu sözünü bir daha ağzına almayan Erdoğan’a, kendisinin müesses nizam izin verdiği ölçüde politik manevra yapabileceğini gösterdi.

Kılıçdaroğlu’nun Çubuk’ta yaşadığı linç girişimi de aslında HDP ile adı konulmamış desteğe verilen tepkiydi. Batıda CHP ve HDP tabanında başlayan bir sempati, devlet koalisyonunun en son isteyeceği şeydi. Kürtleri yalnızlaştırarak tepme politikası güme gidebilirdi. Bunun önünü almak için CHP liderliği üzerinde sürekli Demokles’in kılıcını sallamayı sürdürecekler. Hatta İYİ Parti’yi de dürterek HDP ile oluşabilecek bir direkt diyaloğu kesiyorlar.

TEKRARLANAN İSTANBUL SEÇİMİ, “BÖLÜCÜ” HALKIN KROŞE YUMRUĞUYDU

Leyla Güven’in öncülüğünde cezaevlerine yayılan açlık grevi eyleminin sonucunu kendi hanesine yazdırmak isteyen devlet koalisyonu, 23 Haziran’da Öcalan’ın mektubuna sarıldı. İdeolojik kimlik ile politik tutum arasındaki ince çizginin farkını belirten mektup, çoklu okumalara tabi tutuldu. Kürt siyasetinin aktörlerini de birbirine karşıtlaştırarak tabanın aklı çelmeye çalışıldı. Ama on yılların acılarından derviş olgunluğuna ulaşan halk, neyin kastedildiğini bildiğinden tercihinden şaşmadı. Tekrarlanan İstanbul seçimi ‘bölücü’ halkın kroşe yumruğuydu.

2 ve 22 Mayıs’ta avukatlarca yapılan açıklamalarda, “İçinden geçtiğimiz tarihi süreçte derin bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Suriye’de Türkiye’nin hassasiyetlerine de duyarlı olunması gerektiği” söylenmişti. Öcalan’ın sesinin dışarıya ulaşmasıyla en büyük kazanç, tecrit politikasının görünür kılınmasının ötesinde ölümlerin önüne geçilmesiydi. Bazı kesimlerce etkisinin azaldığına yönelik zemin yaratılmaya çalışılsa da temas kurduğu an çözüm odaklı seslenen Öcalan, 7 Ağustos tarihindeki görüşmede, “Kürtlere yer açmaya çalışıyorum. Bir haftada çatışma durumunu, ihtimalini ortadan kaldırırım diyorum. Ancak devlet aklı da gereğini yapmalıdır” diyordu. Özal’a da atıfta bulunan Öcalan, “Savaşla çözüm olmaz” sözünü hatırlattı. ABD ile Türkiye’nin mutabakata vardığı günde paylaşılan mesaj, kamuoyunda beliren yeni bir çözüm süreci beklentisi de oluşturdu. Hatta eylül ayında silahların susabileceğine değin tespitler havada uçuştu.

YARGI KURUMUNDAKİ  CESARET, DEVLET KOALİSYONU İÇİNDE ÇATIŞAN GÜÇLERİN VARLIĞINA DELALET

Saray’da gerçekleştirilecek yeni adli yıl açılışına 42 baronun katılmayacağını açıklamasına 20 Yargıtay üyesi de törene gitmeme kararıyla ortak oldu. Yargı kurumundaki cesaret, tam da bu politik zeminde 19 Ağustos’ta kayyımların Amed, Van, Mardin’de atanması, devlet koalisyonu içinde çatışan güçlerin varlığına delalet.

Erdoğan’ın kayyıma ilişkin bir demecinin olmaması bir yana İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Bahçeli ve koalisyonun bir diğer eşbaşkanı Doğu Perinçek’in açıklamaları manidar. Her üçü de kayyımı selamlayan bir dille sömürgecilik bilinciyle seslendiler.

Devlet koalisyonun Rojava’ya askeri olarak girememesinin sancısı sonucunda, tıpkı İttihat Terakki’nin Sarıkamış yenilgisinden sonra içte Ermenilere yönelmesi gibi, kayyım politikası ile Kürtlerin kazanımlarına göz diktiler.

CILIZ TEPKİLER OLSA DA CHP VE İYİ PARTİ’NİN, DEVLET KOALİSYONUNUN ÇİZDİĞİ SINIRLARA UYACAĞI GÖRÜLÜYOR

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun kınama dışında sokağa çıkmanın doğru olmadığını söylemesi, İYİ Parti’nin de hem nalına ve hem mıhına vurması, devlet koalisyonunun çizdiği sınırlara muhalefetin uyacağını gösteriyor. HDP ile paslaşmanın cezalandırılacağına dair korkuyla CHP’nin, mecbur olduğu Kürt oylarının büyükşehirlerde kendine sağladığı faydayı iç etmekten mahcup olduğu söylenemez. Yine de CHP’nin içindeki bir damarın bunun uzun vadede kendilerine de yönelebileceği hissiyle cılız bir tepki gösterdiğini söyleyelim.

S-400 alınmasına rağmen ABD ile varılan mutabakata Rusya’nın reaksiyonu, İdlib operasyonunu hızlandırmak oldu. Rejim güçleri ile birlikte Han Şeyhun’un geri alınması, gözlem noktalarının kuşatılmasıyla Türkiye’nin gücünün dışarıda ne olduğuna yönelik de bir karşılık oldu. Astana ve Soçi‘de varılan uzlaşıyla Türkiye’nin kolladığı çetelerin yolun sonunun kendileri açısından geldiğini görmesi de ayrıca riskli bir durum yaratıyor. Afrin şehir merkezinde sıkışan TSK ve bağlı güçlerinin takviye olarak gönderilmesi de çözüm olamayacak.

TÜRKİYE’NİN İKİ TARAFI İDARE ETME POLİTİKASINDA MANEVRA ALANI DARALMAYA BAŞLADI

ABD ve Rusya gibi iki emperyalist gücün Suriye sahasında ihtiyaçları noktasında kendini pazarlayabilen Türkiye’nin iki tarafı idare etme politikasında manevra alanı da daralmaya başladı. Özellikle PYD ve SDG’nin saha gerçekliğine bağlı olarak ABD üzerinden dolaylı olarak Türkiye ile muhatap alınmak zorunda kalınması da uzun vadede birçok gelişmeye de gebe. Türkiye, tek başına bir operasyon yaptığında bölgede sekiz yılı aşkın savaş pratiği olan SDG ve YPG güçlerini öyle kolay halledemeyeceğini de biliyor. Güney Kürdistan Yönetimi’nin kendisine sağladığı kolaylıklarla Türkiye’nin Kandil, Şengal, Rojava hattını kesme hamlesi Pençe harekâtının ise istediği sonucu verdiği söylenemez. Güney Yönetimine farklı parçalardaki Kürt halkının gösterdiği tepkiyi de dizginlemek için Mesud Barzani’nin “Kürt kanı Kürt eliyle dökülmesin” demecini de bu gelişmeler ışığında okumak gerekir.

KAYYIMLA, YENİ BİR MASANIN KURULMA UMUDU SÖNÜMLENDİ, ERDOĞAN’IN TEK BAŞINA MANEVRA YAPABİLMESİNİN ÖNÜ ALINDI

Ablukaya rağmen batıda Kürtlerin sandıkta kendi ferasetiyle gerilettiği devlet koalisyonunun aralarındaki görünmeyen çelişkileri örtmenin yegâne yolu, kayyım atama oldu. Kayyım, dört yıllık bütün gücünü ve olanaklarını seferber ederek içte ve dışta yüklendikleri Kürt hareketinin politik kimliğinden daha güçlü olan sosyal damarının hâlâ diri olmasını içlerine sindirememelerinin sonucudur. Kayyım ile kanımca devlet koalisyonu, Kürtlerin batıdaki, pek tabii ki İstanbul seçimi başta olmak üzere tavrını da cezalandırmak istedi.

Koalisyonun kendi içinde yekpare durduğu sanılsa da artık onlar da boylarını aşan Kürt meselesinde gidebilecekleri yerin sonunu görmeye başladılar. Buna rağmen kayyım atama ile devletin rotasının yönünün hâlâ faşizme meyilli olduğu anlaşılıyor. Yeni bir masanın kurulma umudunu da şimdilik sönümlediler. Hele Erdoğan’ın tek başına manevra yapabilmesinin de önünü aldılar.

Öcalan’ın iğne deliğinden dışarıya sesi ulaştığında verdiği bölgesel dinamikleri ve politik zemini koklayan demeci ve devlet aklına atıfta bulunması, ismini zikretmediği Erdoğan’ın tek muhatap olmadığını görmesidir. Elli yıla yaklaşan Ortadoğu’daki politik sürecinin kimleri öğüttüğünü veya bertaraf ettiğini Öcalan herkesten iyi biliyor. Çünkü yüzyıl önce de değişim, demokrasi, özgürlük nakaratıyla başa gelen İttihat Terakki nasıl Osmanlı halklarının istemlerine sırtını döndüyse AKP de yolun sonunda müesses nizama teslim oldu. Erdoğan da sanıldığı kadar muktedir değil ve devlet koalisyonun perde önündeki sözcüsü olarak duruyor. Öcalan’a ses verecek bir muhatap hâlâ aranıyor!

*Gazeteci