Bu ülkede, özellikle de erkeklere ve büyük erk sahiplerine hayatın içinde kaybetmeyi sakince kabullenme bilgisi hiç öğretilmiyor. Kaybetmeyi bilmeyen, kazanmayı da bilmiyor maalesef. Takımdan değil, ülkeden bahsediyorum.
Metrobüsten Florya durağında indiğimde acımasız, çıplak güneşin altında buluverdim kendimi. Haritadan baktım, gideceğim yer yürüyerek nereden baksan yirmi dakikalık mesafede. O sıcakta olacak iş değil. Taksiler, tepelerindeki “boş” “dolu” ışıklarıyla gayet uyumsuz biçimde, vınlayıp geçiyor. Beklersem de aynı hızda eriyeceğimi, yürürsem belki bir süre sonra gölgeye çıkabileceğimi hesaplayarak çantamda güneş kremi arıyordum ki bir taksici çölde serap gibi ağır çekimde yanaşıp duruverdi. Sevinçten biraz içten bir “merhaba” demiş olabilirim.
Harita taksiyle gideceğim yeri o anki trafikte 12-13 dakika gibi gösteriyor. Otuzuncu saniyede ilk soru geliyor: “Siz ne iş yapıyorsunuz hanımefendi?”
“İngilizce öğretmeniyim.” Daha önce yazmıştım, yazar ve senarist seçeneklerinde yani doğruyu söylediğimde sohbet en hafifinden “bizim amca oğlu çok yakışıklı, kerata Çağatay’a on basar valla…” ya da “benim hayatım roman…”dan başlıyor. “Gazeteci”yi, denemeyin bile… Ailenin yarısı avukat. TV sektöründe hakkınızı az çok alarak çalışmanın tek yolu olayı bir an önce yazılı hale getirmektir ki sözleşmelere uyanlar ya da makul bir uzlaşı yolu bulanlar olduğu gibi süren işte yazılı imzalı sözleşmeyi ihlal etmek için bin dereden su getiren de var. Bu nedenlerle hukuk bir miktar ilgi alanıma giriyor yani ortalama bir sohbeti idare ederim diye bir keresinde “avukatım” demiştim. Karmaşık bir mal paylaşımı davasının ortasında buluvermiştim kendimi. Hayatım boyu ondan sonraki yarım saatte olduğu kadar yalan söylemem gerekmemişti, çok kötüydü. Son olarak çareyi “İngilizce öğretmeniyim” demekte buldum işte. Bu konuda karşılaştığım en abuk örneklerden biri geçenlerde aldığım “en iyisi… Araplar bile İngilizce konuşuyor” olmuştu. Ama bu kez bu taksici arkadaş yaz cevvali çıktı. İkinci soruya geçti.
“Devlet mi özel mi?”
“Özel ders veriyorum” deyip telefonuma eğdim kendimi.
Özgüveni beyaz tişörtünden fışkıran arkadaş yılmıyor ama. “Adın ne?”
Siz’den sen’e geçti. Eyvah. Bu soruya otomatik olarak cevap veriyorum çünkü gerçeği yani yazar olduğumu söylediğim seferlerden birinde adım sorulunca geçiştirmek için kendi adımla bir yazar arkadaşımın soyadını bitiştirmiş, akabinde (yüzlerce kombinasyonu olan iyi bir isim uydurduğum halde) yine de huzursuz olmuştum.
“Zeynep”
Bir süredir taksilerde ben İngilizce öğretmeni Zeynep’im. Toplumun büyük kısmının İngilizceyle ilişkisi matematikle olduğu kadar travmatik olduğundan bu, en az sorun çıkaran meslekti. Öyle değilmiş maalesef. Çünkü o gün anladım ki yazar bir kadın olarak sonsuz bir sohbet başlatma riskiyle beraber bir miktar da hayranlıkla karışık mesafe hissi uyandırıyorsunuz. (Gerçi fışkıran özgüvenle karışık kompleksin o mesafeyi kırması da yeri gelince an meselesi, o da ayrı konu.) İngilizce öğretmeni Zeynep olduğunuzda ise, o gözle, daha “ulaşılabilir” biri.
“Evli misin Zeynep?”
Bu soruya herhangi bir biçimde cevap vermek yapılabilecek en büyük hata olur. Sesime bir nebze rahatsızlık tonu vererek “kaç dakikada varırız, dersime geciktim de biraz” diyorum.
27-28 olduğunu tahmin ettiğim yaşına da hiç uymayan bir bıçkın Yeşilçam taksicisi edasıyla “Götürürüz seni ya… Merak etme. Bırak onlar beklesin seni Zeyneep,” diyor. Bu arada boş yüzük parmağımı da fark ettiğinden “Hayret nasıl bekar bırakıyorlar ki seni” diye de yapıştırıyor. A birden Hülya da çıktı taksicinin içinden. (Ya da o programda tam tersi olmuştu.)
Bu sohbetin artık düzgün, usturuplu yürümesine imkân yok. “Ben uygun yerde inebilir miyim, biraz yürürüm artık…” diyorum. Hayda. Şak diye taksimetreyi kapattı. “Hanımefendi yanlış anladınız, kusura bakmayın. Eğitimli, sıcakkanlı birine benziyorsun. Öyle dostane sohbet ettim. Vardık sayılır hiç şey yapmayın, para mara da istemez, ben bir ‘bayanı’ gideceği yere varmadan bırakmam,” diyor.
“Ne münasebet” diyorum ama artık hangisine, belli değil. Eğitimliyi hadi anladın, benim aslen sıcakkanlı biri olduğumu anlayabilmek için yüz yüze yarım saat sohbet etmek gerekir, uydurma kardeşim. On dakikadır müşterine yerli yersiz sorular sorduğun halde şimdi onu yanlış anlamakla suçluyorsun. Bir merhaba ve bir tek mesleki cevap üstüne on dakikada gaslighting’e kadar vardırdın işi. Üstelik ben artık kendi adıma değil İngilizce öğretmeni Zeynep adına kızgınım daha çok. Bunları söylemiyorum tabii.
Yerine, (esprili değil eleştirel bir tonda)
“Hep bu kadar girişken misiniz” diye soruyorum? (Sorar sormaz da Allah sözcük seçimimi ne yapmasın…) diyorum ama çok geç.
Bıçkın yaz cevvali “Artık kim girişken değil ki hanımefendi…” dedikten sonra aynadan çapkın bir bakış atıp gülümsüyor.
“Siz de haklısınız, iyice çığırından çıktı ülke bu nedenle de!” diyorum. Şansıma o gün gayet de iş kıyafeti tarzında giyinmişim, şu an mürebbiye Zeynep gibi algılanmalıyım. (Kendimce) yeterince sert bir cevap verdiğimi zannettiğim için de zaten herhalde vardık varacağız diye gözüm telefona kayıyor, “17 yaşında bir çocuğu Suriyeli diye bıçakla katletmişler,” diye mırıldanıyorum, istemsizce.
“İyi olmuş, topu gebersin ş…lerin” diyor.
Kan beynime sıçrıyor artık.
“17 yaşında bir çocuk işçi yahu, hiç mi vicdan yok sizde!” diyorum.
Nihayet kızdığımı anladı, geri basıyor. “Yanlış anlamayın” (Hep yanlış anlıyoruz, asla doğru anladığımız şeye kızma ihtimalimiz yok.) “Ben detayı bilmiyorum tamam çocukmuş yazık da kendi ülkemizde bize yer bırakmadılar”dan başlayıp “kadınlarımıza kızlarımıza göz diktiler”e uzanan bütün ezberleri sıralıyor.
Yahu sen kendi ülkende sadece efendice aracınla gideceği yere götürmen gereken, yaz günü çoğu insan Yunan adaları kuyruklarındayken o saatte çalışan İngilizce öğretmeni Zeynep’e, durduk yere “göz diktin”. Gündüz vakti, plakalı aracında bu kadar rahatsan ıssız bir yerde rastlasan Allah bilir ne yapacaksın… Empati duygun “senin anana bacına” ile sınırlı… Kendini, vatanını seven iyi hatta kibar biri zannediyorsun ama ırkçı, yılışık ve kıl payı tacizcisin. O çocuğu öldürenlerden, sığınmacı sorununu bu hale getiren sistemden hesap sormak aklına bile gelmeyecek, eline meşale verseler bir gece bir güruhla beraber insanların mahallelerini yakman an meselesi olacak, her halinden belli. Sen nerde, herhangi bir türden ahlak nerdee…
Bütün bunları da söylemiyorum. Gideceğim sokağa girdim. “Burası, inebilir miyim” diyorum. Parayı çarçabuk ödeyip inerken inanamıyorum ama “hanımefendi telefonunuzu alabilir miyim” diyor. “Niye ya, nasıl?” diye soruyorum.
“Yanlış anlamayın, ben aslında sizden etkilendim. Çok farklı bir havanız var, mesafeli ve mert bir kadınsınız.”
Okurdan çok özür dileyerek, o an içimden geçen tek şey “sus lan sahtekar yavşak” deyip kapıyı çarpıp gitmek… “12 dakikada her yolu denedin, benden iki dakikada etkilenmiş falan da değilsin, arabana aldığın, gözüne hoş gelen kadınların en az yarısında şansını deneyeceksin. Çünkü ülke halinden, sosyal medyadan ve erkekliğinden menkul özgüvenin sana artık dünyada tüm kapıların açık olduğunu söylüyor. Kadın sıcak davrandığında bahanen hazır, mesafeli davrandığında gündüz kuşağında rastladığın eski filmlerden dizilere uzanan külliyatla işine geldiğince karmakarışık kafan bunu da “naz” gibi algılayacak. Her zaman şansını deneyeceksin çünkü bu ülke ve kadınları çeşitli biçimlerde senin çarpık öğrenilmişliğine göre, “senin”.
Bir şey demeden, sadece sert bir bakışla of çekerek kapıyı kapatıp iniyorum. Gideceğim yere kadar da gözleriyle izlemeyeceğini umarak. Neyse ki birkaç bina yürüdükten sonra önümden geçip gidiyor.
Bu benim başıma gelen tatsız vakalardan biriydi ama elbette, hiç bana özgü değil. Özellikle uygulama dışı taksilerde çok sık rastlanılan durumlar. Takside, kısmen esnafta, her yerde. Diğer kadın arkadaşlarımdan da biliyorum, “acaba fark etmeden bir yanlış elektrik mi veriyoruz?” dedirtecek (bu ataerkil soruyu sordurtacak kadar yani) sık yaşanan durumlar artık bunlar. Toplumun çok küçük bir dilimi dışında hemen herkes geleceksiz, yorgun, mutsuz ve öfkeli hissediyor. Bu geleceksizlik hissiyle birlikte sosyal medya ve hayatın verdiği ironik “her şey mümkün” hissi de çok geniş bir kesimde erkeklerin bir kısmını karşı taraftan aldığı/ almadığı hiçbir veriye yaslanmaksızın aşırı derece “rahat” (ve hemen akabinde “tacizkar”, bu kelime niye yok ya, olmalı) bir tavra itebiliyor.
“İmkansızı denemek”te bu derece rahat olan, günü yaşayıp skor kazanmakta son derece kararlı bu erkekler kendi ekosistemlerindeki ya da karşılıklı rızayla girdikleri ilişkilerde ise karşılarındaki kadına ellerinden gelen eziyeti yapmaktan hiç çekinmiyor. Meselenin (ülkenin yarattığı geleceksizlik hissinin yani) kadınlarla ilgili farklı boyutları da var elbette, onu başka bir yazımda anlatayım.
Kayseri’deki korkunç linç olayı ve sonra 17 yaşındaki gencin bıçaklanarak katledilmesine hemen günlerce bütün akışları dolduran bozkurt övgüleri eşlik etti. Rektöründen “saygın tarihçisi”ne akıl almaz miktarda “bilirkişi”, tarihin altını üstüne getirerek ülkenin en az yarısını ürküten, tetikleyen, katliamlar, saldırılar haber eden bir işareti aklamaya çalıştı. Devamındaki UEFA kararı da adil olmayabilir, evet , Batı’nın ikiyüzlülüğü falan da kendi ikiyüzlülüklerimizle ne zaman yüzleşeceğiz biz?
Dünkü milli maç esnasında ben Yorgos Lanthimos’un son filmi “Kinds of Kindness”ı izliyordum sinemada. Bu üç saatlik filme dair fikirlerimi ayrıca yazacağım. Takip edenler futbolla hiç ilgimin olmadığını bilir ama evde olsam öncesindeki tüm bu can sıkıcı muhabbete rağmen bir göz atardım elbette. Paranteze alınması pek de mümkün olmayan bütün bu toksik eril yaygaraya rağmen, herhangi bir alandaki evrensel başarının ortak bir tür sevinç yaratabileceğini de düşünenlerdenim.
Öte yandan bu “sevinci” gölgeleyen çok fazla şey var.
Galibiyetin, çarpık tarih okumalarına uzanan bunca toksik bir hezeyan yarattığı yer, mağlubiyete de hazırdır hatta bu bir nevi “kendini gerçekleştiren kehanet” olur.
Bundan çok daha fazla evrensel başarı gösteren, üstelik de bütün çelmelemelere, sürçmelere, ikircikli sevinmelere rağmen gösteren A Milli Voleybol Kadın Takımı’na bu “gurur ve sevinç”i yansıtmadı çoğunluk. “Rağmen” üstlenilen ve övünülen bir başarı oldu onlarınki. Ama işte, paradoksal biçimde tıpkı bu nedenle de uzun vadede başarmaya devam etme ihtimalleri çok daha yüksek.
Bu ülkede asla “kaybetmek”, kaybetmenin de ihtimal dahilinde olduğu öğretilmiyor çünkü. Kadınlar bunu biliyor. Kadınlar zaten bütün başarıları “haklı hezeyanlar” eşliğinde değil karşıt hezeyanlara rağmen elde ediyor. Bu nedenle daha sebatkar olmayı da öğreniyorlar.
Bu ülkede kaybetmenin bilgisi hiç öğretilmiyor, özellikle de erkeklere. Her şey kazanmak, tarihsel ve baştan bir hak olarak kazanmak üzerine kurulu. Bu şişirme tarihsel misyonun “bu an”ı zehirleme ihtimali de çok yüksek. Ayrıca diyelim öyle de olmadı, “iyi oynadık ama olmadı, ne yapalım” bilgisi de yok. Yoksa bu denli yoğun bir hayal kırıklığı da yaşanmaz, ne doğruydu ne yanlıştı daha iyi yüzleşilir ve moda deyimle durum, “önümüzdeki maçlara bakalım” olur.
Bir taksi yolculuğundan milli maça uzandı yazı çünkü hepsi birbiriyle bağlantılı. Bu ülkede, özellikle de erkeklere ve büyük erk sahiplerine hayatın içinde kaybetmeyi sakince kabullenme bilgisi hiç öğretilmiyor. Kaybetmeyi bilmeyen, kazanmayı da bilmiyor ve kaybederken hem yoruyor hem de çok fazla zarar veriyor. Takımdan değil, ülkeden bahsediyorum.