Keep Calm and Enjoy Kemalism
2002 senesinde AKP'nin içeriden ve dışarıdan bulduğu desteğin bir benzeri, bu sefer AKP'nin karşısındaki kesimlerin etrafında oluşabilir. Tek fark, o yıllarda demokrasi kavramı çerçevesinde şekillenen bu desteğin günümüzde laiklik gibi bir eksene oturma ihtimali var. Ve bu ihtimal hiç de az değil.
Burak Bilgehan Özpek*
Akademik hayatım boyunca, Türkiye'nin siyasi yapısını inceleyen birçok makale ve kitap okudum. Neredeyse okuduğum her metinde, Kürt sorunundan demokratikleşmeye, sivil-asker ilişkilerinden ekonomik politikalara varıncaya kadar, "Kemalizm" kelimesine rastladığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu okumalarım sonucu zihnimde ortaya çıkan paradigma ise Kemalizmin ulus-devlet anlayışının farklı kimlikleri bastırmış olduğunu, militarizme cevaz verdiği için sivil hükümetlerin politika yapım alanını daralttığını, devletçi bir anlayışı benimsediği için verimli bir ekonomik düzen kurulamadığını ve bunlar olmadığı için demokratikleşme konusunda yeteri kadar gelişme gösterilemediğini söylüyordu. Benim kuşağımın eli kalem tutan, az çok mürekkep yalamış birçok akademisyen ve entelektüeli de bu paradigmayı benimsedi ve hatta katkıda bulundu.
Yaşadığımız hayata dair tadımızı kaçıran bütün siyasal kötülüklerin anası olarak gördüğümüz Kemalizme dair paradigmamız ise, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile tanışınca önemli bir meydan okumayla karşılaştı. Partinin kurucu kadrosu, 28 Şubat'ın sillesini yemiş İslamcı bir kadrodan geliyordu. Mamafih değişen bir şey vardı. Batının kurumlarına ve değerlerine olağan gücüyle muhalefet eden İslamcılar büyük bir dönüşüm geçirmişlerdi. Türkiye'nin sivil ve demokratik bir kimlik kazanması için ihtiyacı olan ilhamın batıdan geleceğini söylüyor, bireysel özgürlükler, piyasa ekonomisi ve küreselleşme gibi kavramları keskin bir inançla savunuyorlardı. Halbuki, AKP kurucu kadrosunun bilaistisna tedrisatından geçtiği Milli Görüş Hareketi'nin lideri Necmettin Erbakan'ın, liberal veya sosyal demokrat bir siyasal sistem çağrısı yapanları "batı taklitçisi" olarak yaftalaması hala hafızalardaydı. AKP'nin kurucularından Abdullah Gül'ün parlamento kürsüsünden yaptığı ve Avrupa Birliği'ni Hristiyan Kulübü olarak tanımlamasının üzerinden çok zaman geçmemişti. İslamcı edebiyatın ve sinemanın, seküler ve batılı hayat tarzına sahip karakterleri var olabilecek bütün ahlaksızlıklarla özdeşleştirdiği romanları ve filmlerinin üzerinden çok zaman geçmemişti.
Dolayısıyla, AKP'nin geçirdiği dönüşüm iç siyasette liberal bir demokrasi, dış siyasette ise batılı kurumlarla işbirliği yapma ve sosyolojik zeminde de bir arada uyum içerisinde yaşama arzusunu yansıtıyordu. Ve bu radikal dönüşüm birçoğumuz için oldukça kafa karıştırıcıydı. Kemalizmi bir pranga veya ayak bağı olarak gören birçok entelektüel ve akademisyen, bu dönüşüme kredi açma eğilimi gösterdiler. AKP'nin demokratikleşme, sivilleşme ve reform yanlısı tutumunu desteklediler, dış politika yaklaşımını ilginç buldular ve muhafazakâr tabanın zannedildiği gibi radikal ve agresif olmadığını iddia ettiler. Hatta, Taraf Gazetesi köşe yazarları Anadolu şehirlerini gezdiler ve burada karşılaştıkları insanların mütevazi ve hoşgörülü dünyalarını coşkuyla resmettiler.(Bu geziye katılan gazetecilerin daha sonra maruz kaldıkları muamele ve AKP seçmeni tarafından layık görüldüğü sıfatlar İngiliz mizahından hoşlananlar için enteresan olabilir).
Günün sonunda resim netleşiyordu. Bir tarafta, ülkenin ihtiyacı olan demokratik reformları yapan diğer tarafta da batı kurumları ile normatif, doğu ülkeleri ile de pragmatik ilişkiler kurabilen bir hükümet vardı ortada. Üstelik "mahalle baskısı" eleştirilerine karşı AKP seçmeni, yıllarca ezilen fakat buna radikal bir tepki vermeyen, tevazu sahibi ve bir arada uyumlu yaşama pratiklerine itirazı olmayan bir karaktere sahipti. Hatta AKP iktidarını desteklemeye hevesli olanlar, AKP karşıtlarını orta sınıf seküler olarak nitelemek yerine lüks ve şatafat içinde yaşayan kibirli beyaz Türkler olarak tanımlamayı seçip, AKP tabanını ahlaki olarak daha tercih edilebilir bir pozisyona sokuyorlardı. (Bir açıdan bakıldığında Cumhuriyet tarihinin en başarılı reklam ve halkla ilişkiler projelerinden birisidir bu söylem). Bununla birlikte, AKP'in karşısında konumlanan cephe, Kemalizm ile özdeşleşmiş ulus-devleti, laikliğin agresif bir yorumunu ve askerlerin sitemin vasisi olma konumunu savunmakta bir sakınca görmüyordu. Bu durum, iç politikada Kemalizm tarafından dışlanan kesimleri dış politikada ise Kemalizmi demokratikleşmenin önünde engel olarak gören aktörlerin tepkisiyle karşılaşıyordu. Yani, AKP kuruluşunun ilk yıllarında içeride ve dışarıda ne denli yüksek bir desteğe sahipse, AKP'nin karşısındaki cephe o denli yalnızdı.
Bu dönemde, AKP'ye yöneltilen eleştiriler ve eski İslamcı kadronun niyetlerinden duyulan şüpheler bu destek sayesinde bertaraf edildi. AKP'nin içeride ve dışarıda temsil ettiği güçlü koalisyon, bir şekilde Türkiye'yi batıya yaklaştırıyordu ve zaten Türkiye Cumhuriyeti'nin asıl hedefi muasır medeniyet seviyesini yakalamak değil miydi? Yine de AKP'yi yeteri kadar milliyetçi, yerli ve milli görmeyenler ilk günden itibaren oldu. AKP'nin ABD tarafından desteklendiği ve Büyük Ortadoğu Projesi'nin devamı için hayati bir öneme sahip olduğu sıklıkla dile getirildi. Dolayısıyla, takip edilen reformist gündem ve batılı kurumlarla yapılan işbirliği ülkeyi zayıflatma ve bölme sürecinin bir parçasıydı. 2003 yılındaki Irak işgali sonrası ortaya çıkan tablo da açıkçası bu söylemi ziyadesiyle besliyordu. Ne var ki, AKP'nin vatan hainliği ile suçlanması pek teveccüh görmedi. Zira ilginç bir şekilde, batı yönlü bir dönüşümü destekleyen geniş halk kitleleri olabildiğince Türk (aslında Osmanlı) olabildiğince Müslüman olabildiğince yerli idi. Ve AKP, kendisine yönelik eleştirilerin asıl amacının demokratik hükümeti devirmek olduğu fikrini bu kitlenin zihnine başarılı bir şekilde zerk etmeyi başardı. Böylece 2007 ve 2011 seçimlerinde AKP ezici bir oy oranı yakaladı ve iktidarını pekiştirdi.
Hikayenin bundan sonraki kısmı hepimizin malumu. 2011 yılından sonra, kendi iktidarına yönelik en büyük tehdit olan askeri ve sivil bürokrasiyi tasfiye eden, bu süreci tamamlamak için kamu fonlarıyla medya ve sivil toplum üzerinde kontrol sağlayan, ülkenin geçmişten gelen kamuya bağımlı ekonomi modelini keyfi olarak kullanan bir AKP profili çıkıyor karşımıza. Belki de Acemoğlu ve Robinson'un "critical juncture" dedikleri tarihi dönüm noktası bu seneydi. Ulusların Düşüşü (Why Nations Fail?) isimli kitaplarında bu dönüm noktasını, iktidar sahiplerinin ellerindeki gücü, kendilerini de bağlayacak ve sınırlandıracak kurumlar inşa etmek ile bu gücü yönettikleri ülkenin kaynaklarını keyfi kararlarla sömürmek için kullanmak arasında karar verdikleri an olarak tanımlıyorlar. 2011 senesi AKP iktidarı için bu kararı verme senesiydi ve tercihlerini demokratik ve kapsayıcı kurumlar inşa etmekten yana kullanmadılar.
Bu tarihten itibaren, reform enerjisi kayboldu, sivil hükümetin otoriterleşme ve keyfileşme eğilimleri hızla arttı, ülke içi kutuplaşma derinleşmeye başladı, ülke tarihinin en büyük ve heyecan uyandıran sosyal hareketi olan Gezi Protestoları vuku buldu, ekonomik istikrar sarsıldı ve gerek iç gerekse dış politikaya İslamcı bir ton tekrar hakim oldu. Zira, artık AKP'ye verilecek her oy, Gazze'ye ve Halep'e umut Türkiye düşmanlarına (ki burada kastedilen hükümeti demokrasi sicili konusunda uyara batılı devletlerdir) ise bir tokat niteliğindeydi. Bu süreçte, AKP'nin birlikte yola çıktığı paydaşları birer birer koalisyondan ayrıldı. Önce liberal eğilimli aydınlar, ardından Avrupa Birliği içerisindeki sol eğilimli gruplar, ardından Fetullahçılar bir şekilde AKP'nin çevresinden uzaklaştılar veya uzaklaştırıldılar. İktidarı süresince AKP ile çözüm süreci boyunca müzakere masasına oturan Kürtler ise 7 Haziran seçim sonuçlarının ve Suriye'de deva eden savaşın kurbanı oldular. AKP'nin 7 Haziran sonrası tekrar güç toplamak için milliyetçi bir ajanda benimsemesi ve PKK'nın Suriye'deki kazanımlarını korumak için Türkiye'de bir savaş başlatmaya haddinden fazla hevesli olması sivil Kürt siyaseti için talihsiz bir sıkışmışlık yarattı. Kürtler de AKP'nin karşısında konumlanan cepheye net bir şekilde transfer oldular. Keyfi yönetim ile birleşen milliyetçi gündemin de etkisiyle, AKP'nin müttefiki olarak sadece, batı ile arası bozulmuş iktidarı kıskaca alabileceğini düşünen Avrasyacılar ile iktidarı milliyetçi bir çizgide tuttuğunu düşünerek kendisini avutan Devlet Bahçeli ve yakın çevresi kaldı.
Gelinen noktada, roller değişmiş görünüyor. 2011 senesine kadar AKP'nin reformcu ajandasını vatan hainliği olarak nitelendiren kesimler, vatanın birliğini ve bütünlüğünü koruyacak tek seçenek olarak AKP iktidarının devam etmesini düşünüyorlar. Onlar için, çözüm sürecinin bitmesiyle başlayan terörle mücadele ve devlete sızmış Fetullahçıların 15 Temmuz sonrası hırslı bir şekilde temizlenmesi olağanüstü bir duruma işaret ediyor ve bu dönemde AKP'nin yanında saf tutmak her vatanseverin asli vazifesidir. Bu söylem ima ettiği şey ise basit ve korkutucu çünkü vatanseverlik sıfatını hak etmek için öne sürülen AKP iktidarını desteklemek, en azından onu eleştirmekten imtina etmek koşulunu kabul etmeyenlerin "vatan haini" ilan edilme ihtimali artıyor.
AKP'nin 15 yıllık enteresan serüvenini gözlemleyenler, ulusalcıların ve milliyetçilerin, karşısında konumlandıkları her siyasal pozisyon ve kadroya "vatan haini" yaftasını hoyratça yapıştırmasına alışkındırlar. Ancak, devletin sopasının izleri hala sırtında duran İslamcıların, iktidarlarını tehdit eden ve huzurlarını kaçıran her eleştiriye karşı alelacele vatan haini damgası vurmalarını ve onların üzerine çullanmalarını biraz garipsemişlerdir. Açıkçası bu naif ve aşırı iyi niyetli bir okumadır çünkü İslamcıların güçsüz ve muhalif olan herhangi bir siyasal grubun verebileceği tepkileri vermiş olmaları onların muktedir olduktan sonra da benzer bir yol izleyeceklerine dair bir garanti sunmaz. Bununla beraber, İslamcı düşüncenin devlete ve devletler arası ilişkilere dair önermeleri zannedildiği gibi bireyden yana ve güç kullanımına karşı olmayabilir. Dolayısıyla, İslamcılar için devlet ve onun dışlayıcı söylemleri, iktidar kendi ellerinde olmadığı zaman sorunlu olarak görülürken iktidarı ele geçirdikten sonra sürdürülmesi gereken bir sistem olabilir.
AKP tecrübesine baktığımız zaman, büyük bir keşif yaptığımı düşünmüyorum. Mesela, YÖK'ü, siyasallaşmış yargı sistemini, militarizmi, hükümetlerin ekonomiye yaptığı müdahaleleri ve medyayı kontrol etme çabaları muhalefette oldukları dönemlerde İslamcıların ziyadesiyle eleştirdiği konulardı. Mamafih iktidara geldikleri vakit, onların asıl meselesinin bu kurumların ve pratiklerin başlı başına var olması değil kendileri tarafından yönetilmiyor olması ortaya çıktı. Fakat, söylemek istediğim, İslamcıların devlet ile kurdukları ilişkide onları militarizme, kaba güç taraftarlığına, komploculuğa ve üçüncü dünyacı ergen bir anti-emperyalist söyleme yönlendiren güdünün sadece iktidar olma ve ele geçirme isteğiyle sınırlı olmadığı. İslamcılığın genlerinde, ellerine geçirdikleri takdirde devleti kutsamak ve bu devleti memnun etmeyen her iç ve dış aktörü kutsal emanetlere uzanan kirli bir el olarak görüp telin etmek olabilir.
İslamcılığın devlet ile sorunlu ilişkisini keşfeden Oliver Roy ve Bernard Lewis gibi isimler, İslam'ın devlete biçtiği role odaklanmıştı. Onlara göre, İslam için devletin amacı Müslümanlar'ın inançlarını yaşamaları için bir vasıta olmasından ibaretti. Dolayısıyla, yönetilen tebaa ile yöneten elitin sorumluluklarını sınırlandıran hukuki çerçeve somut ve pratik ihtiyaçlar tarafından değil ilahi bir buyruk tarafından çizilmelidir. Bu buyruğa uymak ise hem tebaanın hem de yöneticinin sorumluluğudur. Zaten mesele de bu buyruğun taraflardan birisi tarafından ihlal edildiği anda başlıyor.
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının ardından, İslam dünyasında ulus devlet kurma çabaları ilahi buyruğun yöneticiler tarafından ihlal edilmesi anlamına geliyordu. Hirschkind'a göre, doğası itibariyle ulus devletin standardize edici ve müdahaleci özelliği Müslümanlar'ın asırlardır yaşattığı gelenek ve kurumları tehdit etmişti. Böylece, Müslümanlar'ın siyasal otorite ile gerilimli ilişkileri ve siyasallaşma süreçleri başlamış oldu. Bu durum, devleti yöneten elitin modernleşme ve sekülerleşme gayretleriyle birleşince fay hattı daha da derinleşti. 1928 yılında, Müslüman Kardeşler böyle bir atmosfer içinde doğdu mesela. Liberal ve seküler bir milliyetçilik anlayışını tercih eden Vefd Partisi, Mısır'ı yönetmeye çalışıyordu. Mamafih, Mısır'daki fiili İngiliz işgali bu süreci zorlaştırıyordu. Siyasal İslam bu dönemde ortaya çıkan fırsatı gördü ve modernleşme ile emperyalizm arasında birbirini dışlayan değil birbirini besleyen bir ilişki olduğunu iddia etti. Böylece, siyasal İslam, batılılaşma sürecine liderlik eden kadroyu rahatlıkla emperyalizmin uşaklığını yapmakla itham edebildi. Kısa zaman içinde, toplumun yaşadığı ekonomik ve sosyal problemler de teker teker batılılaşma süreciyle ilişkilendirildi ve etkili bir muhalefet cephesi oluşturuldu. Böylece bir siyasal İslamcı, akmayan musluğunun, evine giden yolların bozuk olmasının, fukaralığının, deva bulmayan hastalığının, ülkesinin üzerine çöken İngiliz sömürgeciliğinin faturasını otobüste yanına oturan mini etekli bir üniversite öğrencisine kesmeye başladı. Bunun için "Çözüm İslamdır" sloganı, üniversiteli kızlar edepli giyinmeye başladığı zaman refahın artacağını, suların akacağını , İngilizlerin büyük bir bozguna uğrayacağını müjdeliyordu. Ve bahsi geçen üniversite öğrencisinin ahlaklı bir Müslüman kadına dönüşmesi için gerekli olan devletin ilahi buyrukları kabul etmiş bir elit tarafından yönetilmesi gerekiyordu.
Ne var ki, İslamcılığın emperyalistlerle işbirliği yapan komprador bir sınıf olarak gördüğü batılı elit olgusu, Mısır ve İran gibi ülkelerde rasyonel bir zemin bulsa da, Türkiye örneğinde bu hikayeye uymayan bir şey var. Zira, ülkenin kurucu babaları, Sevr Anlaşmasını reddeden ve apoletlerini söküp cepheye koşan figürlerden, bizzat emperyalizmle mücadele etmek için bir nevi hayatlarını ortaya koyan insanlardan başkası değil. Aynı kurucu kadronun, cumhuriyeti ilan etmesi ve hırslı bir batılılaşma gündemini takip etmeleri ise İslamcılar için büyük talihsizlik. Zira, Mısır'daki kardeşlerinin emperyalizm ile batılılaşma arasında kolaylıkla kurdukları ilişkiyi Türkiye'ye adapte etmek o kadar da kolay değil. Belki de Lozan Anlaşması'nı büyük bir başarısızlık gibi sunma gayretinin ve hariciye geleneğine bağlı diplomatları pısırık ve halktan kopuk oldukları için ülkenin menfaatlerini layıkıyla savunamayan monşerler olarak karikatürize etme eğiliminin altında yatan sebep bu bağlantıyı kurmaktır. Ancak, gerçek gerçektir ve Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nı kazanan cephenin komutanıdır. Dolayısıyla, onun görüşlerini referans alarak oluşturulan siyasal söylemin ve politikaların emperyalizme uşaklık ettiğini söylemek radikal ve gülünç bir çıkıştır. Bu bakımdan, Kemalizm demokrasi, azınlık hakları, sivilleşme, iktisadi ve siyasi liberalizm cephelerinden gelen taarruzlara karşı zayıf kalsa da iki cephede sapasağlam ayakta durmaktadır. Bunlardan birincisi millilik diğeri ise batılılaşmadır. Ve bu durum, İslamcılığın Ortadoğu ülkelerinden aşina olduğu denklemin dışındadır.
Gezi Protestoları sırasında Ahmet Akgündüz bir yazı yazdı ve protestoları katılanları 1908 senesinde Sultan Abdülhamit'i devirmek için sokaklara dökülen gayr-i milli unsurlara benzemekle suçladı. Akgündüz'e göre, yaklaşık yüz sene önce yaşanan ayaklanmalarda Müslüman ve Türk olmayan ailelerin çocukları, Ermeniler, Avrupa'da tahsil yapan ve batılı tarzda hayat yaşayan askerler nasıl sahneye çıktıysa Gezi Protestoları'nda da sokaklara çıkanlar da gayri milli ve gayri İslami unsurlardan oluşuyordu. Aralarında camii düşmanı mimarlar, komünist sendikacılar, Aleviler, Ermeniler ve Avrupai hayat yaşayan ailelerin çocukları vardı. Akgüdüz, bu gruplara destek veren batılı devletleri de anmayı ihmal etmedi. Gezi Protestoları sırasında yakalanan bu dil yaklaşık dört senedir hayatlarımızı gölgelemeye devam ediyor. AKP iktidarı, demokrasi, şeffaflık, iyi yönetişim ve bireysel hak talebiyle meydana çıkan ve kendisini eleştiren her aktörü hiç çekinmeden ülkemize zarar vermek isteyen harici düşmanların uzantısı olarak tanımlıyor. Öyle ki, bütün milli ve manevi değerlerin meşalesini taşıyan ve yeni bir Kurtuluş Savaşı veren AKP iktidarının hikmetini sual etmek birçok politikacıya, akademisyene, gazeteciye, sivil toplum kuruluşuna vatan haini damgasını vurmayı beraberinde getiriyor. Özellikle çözüm süreci bittikten ve 15 Temmuz darbesi savuşturulduktan sonra, vatan hainliği ile teröristlik, teröristlik ile AKP muhalifliği arasındaki çizgi oldukça muğlak hale geldi. Ve başkanlık sistemi tartışmasının yapıldığı şu günlerde, İslami tonlu bir tek adam rejimine gitme konusunda endişelere sahip olan birçok insan meşru bir zeminde muhalefet yapamamanın sıkıntısını yaşıyor.
Çok ilginç bir noktaya temas etmek üzereyiz. İslamcılığın öngördüğü, devleti yönetenler ile tebaanın uyması gereken ilahi buyruk ve sorumluluklar hiç alışkın olmadığımız bir şekilde bozuluyor. Mevzu bahis ilahi buyruğu ihlal eden şu ana kadar devleti yönetenler iken, İslamcıların devlete tam olarak hakim olmasıyla beraber bu ilahi buyruğu ihlal eden taraf ilk defa tebaa oluyor. Ve İslamcılığın, ilahi buyruğa uymayan yöneticiye itaat etmeme prensibi, ilahi buyruğa uymayan tebaayı itaat ettirme prensibine dönüşüyor. Üstelik itaat ettirme süreci, şimdilik salt İslami bir retorik ile meşrulaştırılamadığı için, vatanın âli menfaatleri ve milli güvenlik gibi gerekçelerle maskeleniyor.
Ve muhaliflere tek bir yol bırakılıyor. Kemalizmin ipine sıkı sıkıya sarılmak. Eğer demokrasi ve sivil haklar konusunda Kemalizmin yarattığı sorunları AKP çözemiyor, hatta bu sorunları daha da derinleştiriyorsa; eğer AKP, Kemalizmin ulus devlet anlayışını ve ulus devleti koruma metodolojisini tereddüt etmeden benimsiyorsa; ve sırf bu pratikleri tekrar ettiği için kendisini vatanın sahibi zannediyorsa; üstelik bu zanna sığınıp kendi İslamcı ajandasını kamusal ve özel alanda hakim kılmak gibi bir amacı varsa, muhaliflere bulabildikleri tek meşru muhalefet alanı olan Kemalizmin makbul cephesine geçmekten başka bir yol kalmıyor. Kemalizm'in bilime ve akla yaptığı vurguya, kadın haklarını önemsemesine, batılı kurumlar ile kurduğu hem pragmatik hem normatif olmayı başaran ilişki modeline, bürokrasiyi kurumsallaştırırken gözetmeye çalıştığı liyakat ilkesine ve dinden arındırılmış siyaset üretme yeteneğine vurgu yaparak etkili ve güvenli bir muhalefet üretmek mümkün görünüyor.
Bu stratejinin uygulanmasını kolaylaştıracak iç ve dış faktörlerin de ziyadesiyle mevcut olduğunu söylemek gerekiyor. Örneğin, uzunca bir süre daha siyasete bulaşmayı aklından bile geçirmeyecek bir ordunun olması, Kemalistlerin bir çırpıda darbeci olarak etiketlenmemesi açısından da büyük bir nimet. Bunun yanı sıra, siyasal İslamcı hareketler konusunda hatırı sayılır bir alerjiye sahip olan yeni ABD Başkanı Donald Trump ile Müslüman Kardeşler örgütünü terör örgütü olarak kabul eden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin Ortadoğu siyasetini inşa ederken işbirliği içinde olacaklarının sinyalini veriyor. Yani, 2002 senesinde AKP'nin içeriden ve dışarıdan bulduğu desteğin bir benzeri, bu sefer AKP'nin karşısındaki kesimlerin etrafında oluşabilir. Tek fark, o yıllarda demokrasi kavramı çerçevesinde şekillenen bu desteğin günümüzde laiklik gibi bir eksene oturma ihtimali var. Ve bu ihtimal hiç de az değil.
Peki ülkenin kadim sorunları ne olacak? Elbette ki çözülemeyecek. Daha fazla demokrasi, daha özgür bir medya, daha şeffaf bir yönetim veya Kürt sorununa daha barışçıl bir yaklaşım gibi taleplerin devletin meşru ve makbul çerçevesinin dışında görüldüğü bir politik ekosistemde bunu umut etmek ve bunun için mücadele etmek gayet ilkeli dursa ve hayranlık uyandırsa da kaybetmeye mahkum görünüyor. Yıllar önce "en büyük hayalin nedir" diye sorduğum bir Iraklı'nın bana söylediği söz aklıma geliyor: "Burası Bağdat, herkes canını kurtarmaya bakıyor"...
*TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Doç. Dr.