Kelimeleri arayan değil, kelimelerin 'bulduğu' yazar...

Paul Auster, daha okuduğum ilk romanıyla bana daha önce hiç yaşamadığım bir deneyimi tattırmakla kalmadı ayrıca gerçek anlamda modern edebiyatla tanışmamı sağlayan en önemli isimlerden biri oldu!

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Dünyaca ünlü yazar Paul Auster, geçen hafta New York’taki evinde, 77 yaşında aramızdan ayrıldı. Kendisi sadece kitap, çeviri, şiir hatta sinema dallarında çok önemli eserler bırakmış bir yazar değil, aynı zamanda birçok jenerasyona ulaşmış, onları etkilemiş ve muhtemelen daha birçok jenerasyonu etkileyecek olan bir sanatçıydı.

Her ne kadar kitaplarında zaman zaman ancak Amerika yakın tarihine hakim okuyucuların (Amerikalıları saymazsak) anlamlandırabileceği veya tarihsel akışta konumlandırabileceği önemli olaylardan bahsetse de bunlar asla hikayelerin özünü kavramamızın veya verilen mesajların evrensel boyuta taşınmasının önünü tıkamadı. Hatta belki hikayelerin başlangıç noktalarının daha sağlam ve daha gerçekçi temeller üzerine oturmasın sağladı. Örneğin her ne kadar ünlü bir Amerikan beyzbol oyuncusunun ‘Şu kadar sayı yaptığı yıldı!’ ifadesi, bu spora uzak okuyucuları biraz belirsizlikte bıraksa da hikayenin gelişiminde bunun sadece bir arka plan olduğunu ve asıl hikayede hayati bir önem taşımadığını gözlemliyorduk.

Paul Auster doğal olarak New York’lu daha doğrusu Brooklynli kimliğini hiçbir zaman bırakmasa ve her romanında bunu hissettirse de asla bir özendirme duygusu yaratmadı. Belki de bu sayede romanları sadece Amerika’da değil onlarca yabancı dilde büyük bir beğeni topladı ve dikkatleri çekti. Hatta örneğin Fransa’da Auster’in neredeyse Amerika’dan bile daha popüler olduğu söylenir.

Bu durum aslında bir tesadüf değil çünkü hatırlanacağı üzere Auster’in her zaman Fransa ve Fransız edebiyatıyla kişisel bir bağı oldu. Gençliğinde belli bir dönem Fransa’da yaşadı hatta bir ara bazı önemli Fransız yazarların (hatta aralarında Mallarme gibi klasikleşmiş isimler de var) çevirilerini de yaptı.

HAYATINDAKİ İZLER VE TESADÜFLER…

Doğal olarak birçok yazarın romanında otobiyografik öğelere ve değişik yorumlamalara açık çocukluk anılarına rastlanabilir ama bu durum Auster’in kariyerinde daha da göze çarpıyordu. Kendisi özel hayatında başarısız bir evlilik geçirmiş, bu ilişkiden bir oğlu olmuş, sonrasında ise kendisi gibi yazar Siri Hustvedt’le ikinci bir evlilik yapmış ve aradığı mutluluğu bulmuştu.

Ancak yaşadığı bu ilk boşanma birçok kişiye göre onda daha derin izler bırakmıştı. Bunda kuşkusuz daha önce küçük bir yaştayken, anne ve babasının da ayrılmasının ve çok daha trajik olarak, kendisinin de bir romanında itiraf ettiği gibi büyükannesi ve büyükbabasının yaşadığı büyük bir kavgada büyükannesinin kazara büyükbabasını öldürmesinin (!) de payı vardı. (Sonrasında büyükannesi meşru müdafaa kararıyla beraat etti)

Bu travmaların yansımalarını yazarın kitaplarında da gördük: Auster’in birçok romanında başkarakter(ler) de yazardı. Bazıları sorunlu evlilikler ve ilişkiler yaşıyorlardı. Karakterler arasında ayrılmalar, kopuşlar görüyorduk…

Auster’in romanlarında göze çarpan nokralardan biri de yazarın rastlantısal olaylara verdiği önemdi. Nerdeyse her romanında başkarakterin ‘savrulduğu’ hayatlar, hayatının akışını değiştiren karşılaşmalar her zaman rastlantısal, hiçbir plan ve program dahilinde olmayan bir tarzda, adeta kendiliğinden oluşuyor veya doğuyordu. Belli bir hedef doğrultusunda şekillenen eylemler ise hiç beklenmedik yollara sapıyor, sonuçları baştaki amacın çok ötesine gidiyordu. Bu ister ‘Leviathan’ gibi çok daha gerçekçi isterse de ‘Mr Vertigo’da olduğu gibi çok daha fantastik bir dünyada geçsin durum değişmiyordu. Belki buna istisnai bir örnek olarak yazarın gençlik döneminde, (ki kendisi ‘bu kitabın asla basılacağını düşünmemiştim’ der!), ünlü polisiye kitap serisi ‘Serie Noire’ için yazdığı ‘Squeeze Play’ romanını sayabiliriz. Bu kitapta yazarın kalemini fark etsek de ana olay daha çok planlı bir cinayet etrafında döner. Auster bu kitabı daha sonra "Smoke" filminde de karşımıza çıkan Paul Benjamin takma ismiyle imzalamıştır.

Lulu Köprüde, Paul Auster, Can Yayınları, 2009.

SİNEMAYA GEÇİŞ

Aslında Paul Auster’in romanlarının beyaz perdeyi ‘ziyareti’ 1989 yılında "New York Stories"(New York üçlemesi) filmiyle başlamıştı. Film, aynı şehirde geçen üç hikayeden oluşuyordu ve bu bölümlerden her biri kendi içlerinde bağımsız görünen senaryolara sahiplerdi. Yönetmenler koltuğunda Martin Scorsese, Francis Ford Coppola ve Woody Allen gibi üç büyük isim oturduğu halde sonuç biraz ‘istikrarsız’ oldu. Film tabii ki tam bir başarısızlık değildi ama Coppola’nın bizce karışık ve Woody Allen’ın eğlenceli olsa da fazla bir yenilik taşımayan filmleri arasında sivrilen bizce Scorsese imzalı film oldu.

1993 yılında Auster’in bir başka romanı "Music of Chance"(Şans Müziği) sinemaya uyarlandı. Yazar sonrasında sonuçtan tatmin olmadığını söyledi ama buna rağmen bizce film belli bir düzeyin üstündeydi ve hatta Auster bile sonunda konuk oyuncu gibi görünmeyi kabul etmişti.

Ancak yazarın asıl sinemaya geçişi kuşkusuz 1995 yılında Wayne Wang’la beraber çektiği "Smoke" filmiyle oldu. Auster ilk defa sadece senaryoya imza atan olarak değil aynı zamanda kamera arkasında da aktif bir rol üstlenen birisi olarak sinemaya gerçek anlamda geçiş yapmış oldu. Bu filmin büyük başarısından sonra yine ortaklaşa bir çalışma ürünü, adeta bir "Smoke" devamı gibi olan "Blue in the Face" (Karanlık Sokaklar) geldi. (Bizce bu film yapısal olarak çok farklıdır ama bu, başlı başına başka bir yazının konusu).

Auster’in ilk ‘solo’ yönetmenlik denemesi "Lulu on the Bridge"le oldu ve daha sonra başka dikkat çeken filmler de çekti. Ama yazar olduğu kadar yönetmen olarak da iz bıraktı dersek biraz abartmış oluruz.

Leviathan, Paul Auster, Çevirmen: Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2000.

MR VERTİGO’NUN BÜYÜK YALNIZLIĞI…

Kendi adıma niye Auster’in romanlarının sinemayla ayrılmaz olduğunu açıklamaya çalışarak bitireceğim:

Benim okuduğum ilk Auster romanı (Fransızca çevirisinden) ‘Mr Vertigo’ydu. Kuşkusuz yazarın ismini daha önce duymuştum ve bir süredir keşfetmek istiyordum ama kitaplarıyla tanışmam biraz geç oldu. Yazar bir röportajında bir önceki kitabı ‘Leviathan’ın kendisi için çok yorucu bir süreç olduğunu ve bu yüzden bir sonraki romanında (Mr Vertigo) daha fantastik, gerçeküstü ve nerdeyse ‘uçarı’ bir atmosfere sahip bir hikayeyi anlatmak istediğini açıklamıştı.

Genelde okuduğumuz ve beğendiğimiz bir romanın beyaz perdeye uyarlanacağını öğrendiğimizde içimizi bir merak kadar bir endişe duygusu da kaplar: Çünkü ne yazık ki çoğu zaman film projesi ne kadar iddialı olursa olsun, sonuç nadiren uyarlandığı eserin düzeyine ulaşır. Eğer ‘Mr Vertigo’ uyarlansaydı sonuç ne olurdu tabii ki bilemem ama romanı okurken adeta gözümün önünden bir film şeridi geçmişti. Daha önce nerdeyse hiçbir romanı okurken hissetmediğim bu duygu adeta hayalimde somut bir hale bürünmüşte. Öyle ki olayların yaşandığı mekanlardan karakterleri canlandırabilecek oyunculara kadar her şey yerli yerine oturuyor gibi duruyordu!

Sonuçta Paul Auster, daha okuduğum ilk romanıyla bana daha önce hiç yaşamadığım bir deneyimi tattırmakla kalmadı ayrıca gerçek anlamda ilk defa, modern edebiyatla tanışmamı sağlayan en önemli isimlerden biri oldu!

Güle güle ve teşekkürler Paul Auster!

Tüm yazılarını göster