Kemal Kurkut bana bakıyor
Her iki fotoğraf da izleyicisine devlet şiddetini gösteriyor; üniformalı ellerdeki silahlarla öldürülmenin aşamalarını adım adım serimliyor. Bu fotoğrafik seriler, toplamda "bir insan nasıl öldürülür"ün sekansını oluşturuyor adeta.
Gülsüm Depeli
İki fotoğraf serisi üzerine düşünüyorum bir süredir. Birincisine beş yıl kadar önce internette, medya, şiddet, fotoğraf ve etik gibi anahtar kavramlarla içerik araştırırken denk gelmiştim. 2000 yılında, İsrail’in açtığı ateşle öldürülmüş küçük bir çocuğun, Filistinli Muhammed el-Durra'nın fotoğrafıydı bu. Muhammed fotoğrafta babasının arkasına sığınmış. İsrail hükümeti çocuğun devlet tarafından öldürüldüğünü yalanlamış, fakat olayın görüntüleri var, gerçekliği kanıtlanmış. Nitekim fotoğrafa bakan kişi, küçük çocuğun silahlı saldırı altındaki ölümünü altı karede takip edebiliyor.
Bu fotoğrafa ilk rast geldiğimde sarsıldığımı, bir öldürülme anını altı adımda takip edebilmek fikri karşısında darmadağın hissettiğimi hatırlıyorum. İzleyici olarak benden beklenen neydi? Doğrulama mı? Tanıklık mı?...
Fotoğrafı uluslararası bir konferans sunumuma koymaya karar vermiş, fakat içimdeki huzursuz kararsızlığı da yok edememiştim. Slayt üzerindeki fotoğrafı kaç kere sildim, kaç kere yeniden ekledim, hatırlamıyorum. Ama en son versiyonda artık yoktu. Fotoğrafın gösterdiği şiddeti başkalarına da göstermekten geri durmayı seçmiştim; etik kaygısının ürettiği bir çekimserlikti bu. Oysa ki etik, çekimserlik değil, gerçek bir tutum üretmeli, değil mi?... Kemal Kurkut'un fotoğrafına uzun uzun bakarken şimdi, işte bunu düşünüyorum. Bu fotoğrafın bana kızma hakkı var çünkü. Bu fotoğrafın üzerimde hakkı var...
Kemal Kurkut 23 yaşında bir genç. 21 Mart 2017’de, Diyarbakır Newroz’unda polis tarafından öldürüldü. Hızla ve sabırsızlıkla servis edilen haberlerde ondan “canlı bombaydı, vuruldu” diye söz edildi. Oysa ki buradaki fotoğraf serisi izleyiciye devletin polisi eliyle gelen çıplak ölümün seyrini sekiz karede aktarıyor. Fotoğraf beni neye çağırıyor peki? Bu fotoğrafı gördükten sonra tanık mıyım ben?
Fotoğraf: Abdurrahman Gök, DİHABER
Aklımda bu tür sorularla iki fotoğrafı da tekrar açıyorum. Onlar önünde izleyiciliği tanımlayan konfor ve mesafenin sarsıntıya uğraması kaçınılmaz. İzleyicinin kendisine bakmasını sağlıyorlar; fotoğrafların karşısında kendini izleyen bir izleyici olduğumu hissediyorum. Bak diyorlar. Bana bakıyorlar. Bak diyorlar, bak da seni okuyalım. O zaman, sadece tanıklığa çağrılmadığımı anlıyorum. Etik mi diyordum ben?... Evet, bu fotoğraflara nasıl baktığım beni ele verecek. Fotoğraflar dediğim bir çokluk; kastettiğim hem fotoğraflara, hem savunmasız öldürülmeye, hem ölenlerin yüzlerine bakmak. Bir de öldürenlere tabi.
Her iki fotoğraf da izleyicisine devlet şiddetini gösteriyor; üniformalı ellerdeki silahlarla öldürülmenin aşamalarını adım adım serimliyor. Bu fotoğrafik seriler, toplamda "bir insan nasıl öldürülür"ün sekansını oluşturuyor adeta. Ölüm bilgisinden öte, izleyiciye ölümün nasıl gerçekleştiğini de gösteren fotoğrafik dizi bir tür bilgisel fazlalık ortaya çıkarıyor. Bununla karşılaşmak huzursuzluk verici. Bir seyirci olarak insan öldüğünü hissediyor, ama öldürdüğünü de... Bakmak kolay değil.
Kemal Kurkut'a bakıyorum... Bir yandan da Türkiye'de medyanın hemen her daim merkezle hemhal olmuş hal-i pürmelalini düşünüyorum. Kürt coğrafyasında on yıllardır yaşanan şiddetin tarihselliğini, iktidar medyasının gerçekte yaşananı nasıl perdelediğini ve çarpıttığını, Kürt medyasının nasıl susturulduğunu aklıma getiriyorum. O zaman, bu fotoğrafın yapmaya çalıştığı zorlu yolculuğun anlamı biraz daha billurlaşıyor.
Hakikatin üzerinin devlet eliyle sistematik olarak örtüldüğü, manipülasyonla ve yalanla çarpıtıldığı bir medya ortamında bu fotoğrafın işi zor. Çünkü Kemal Kurkut’un fotoğrafı, aşması gereken gerçeklik dar geçidini sadece içeriğiyle değil, çoklu bedeniyle katetmek zorunda adeta; fotoğrafın bedeni, fotoğrafik içerikteki olay-beden ve Kemal Kurkut’un çıplak insanlığının bedeni. Beden vurulurken ses verir. Fotoğraftaki bedenden yükselen çığlık birkaç katman olarak saçılıyor. Bu saçılma muhalif medyanın dilinde de bir çığlık üretiyor.
Ablukayı yırtmanın şiddetinden sıyrılarak bize ulaşan bu tür fotoğraflardaki çığlık ile muhalif medyanın haber diline yansıyan çığlık arasında kaçınılmaz olarak bağlantı var. Şöyle diyeyim: Devlet gibi görmek yerine insanlarla birlikte, insan hikayelerini görmek, gerçekliğin üzerindeki kalın ideolojik ve politik brandayı yırtmak kolay uğraş değil. Bunun sadece bilgisel bir sonucu yok, duygu da üretiyor. Bu sadece metin değil, imge de üretiyor. Sadece söz de değil, çığlığa dönüşüyor. Haberdar edip çekilmiyor, bizi bir yere çağırıyor… Çünkü çığlık bir seslenmedir. Hele ki adalete ve medyaya güvenin yittiği dönemlerde çığlık, medyanın, yargının ve resmi söylemin ses duvarını aşıp, toplumsal vicdana ulaşma hamlesidir. Ve işte aşağıdaki fotoğraf toplumun o çığlığa eklediği çığlıktır.
Fotoğraf: Çağdaş Kaplan
İşte bu yüzden, fotoğraflarla bakışmamız gerekiyor. Çünkü, örneğin Kemal Kurkut katliamında medyaya ulaşan fotoğrafların bize ulaşmak için başlı başına bir varolma mücadelesi verdiğini biliyoruz. O fotoğraflar serisi bize büyük bir sessizlikten, ablukadan, kasıtlı örtmeceden, yalandan ve örgütlenmiş korkudan kurtularak ulaştı. Biz Kemal’in vuruluşunu, DİHABER editörü Abdurrahman Gök bu acı tanıklıktan toplumsal sorumluluk üretmeyi seçtiği için görebildik. Fotoğrafı hiç görmeyebilir, medyaya servis edilen yanlı/ş bilgi ile sınırlı kalabilirdik. Bizim izleyicilik pozisyonumuz da, bilgi edinmek hakkıyla ve talebiyle karakterize olmak yerine, duyduğuna ikna olma konforuyla karaktersizleşmeye devam edebilirdi.
Bu sekiz karelik fotoğraf hem devlet şiddetinin kanıtı olarak devreye girdi, hem örtmecenin ve yalanın ifşası olarak. Kemal Kurkut'un çıplak varoluşunu göstermesinin son olanağıydı bu fotoğraf; aldığı ölümcül darbe ile birlikte bedeni ölüm geçiren bir örtü gibi ışıdı. Türkiye'de Doğu ile Batı, Kürtler ile Türkler arasındaki görme ve duyma mesafesini kırmaya çalışan sekiz karelik fotoğraf dizisi şöyle seslendi: İşte görün Kemal Kurkut "böyle" öldürüldü!
Fotoğraflara bakmayı sürdürüyorum. Ve hala beni durduran etik ile beni harekete geçirecek olan etik anlayışı arasındaki ayrımı bulmaya çalışıyorum. Bunun için evvela buradaki fotoğrafların önümüze koyduğu çığlık eşiğini sağlıkla atlamamız gerektiğine inanıyorum. Etik-politik tartışma ancak bu eşik atlandığında düşünme patikaları açabilecek kendine sanki; bu fotoğraflar örneğinde, devlet şiddetini tanıyabildiğimizde ve fotoğrafın ileriye, bizlere fırlatılan son bakışına dokunabildiğimizde.
Dolayısıyla, el-Durra fotoğrafı karşısında beni durduran steril etik anlayışı ile hesaplaşıyorum. Tam tersine, asıl etik-politik sorumsuzluk, devlet şiddetini ifşa eden fotoğrafların etik çekimserlikle önünün kesilmesi durumunda ortaya çıkıyor. Şimdi şöyle düşünüyorum: Bu tür fotoğrafların yayınlanmasını engelleyen bir etik anlayışı, ancak politik bağlamla irtibatını koparmış bir tür ahlakçılık olarak iş görür. Öyle bir durumda herkes kendi evinde kapana kısılır, dahası yok: İzleyicinin konforu garanti ve güvence altındadır, nefes almasa da olur. Devletin gerçek üzerindeki ablukası ise yara almadan sürer. Daha önemlisi, gerçeklik yolculuğuna çıkmış olan bir fotoğrafın yolu kesilmiş olur; hem de etik söylemiyle!
Muhammed el-Durra'nın ve Kemal Kurkut'un fotoğraflarını benim bakışım talep etmedi. Kaldı ki görüntü talep etmekten, "gözleriyle gördüğüne inanmak" iştahıyla malul izleyicilikten, her daim itinayla kaçınmak isterim. Zira öyle bir izleyicilik, egemenin "gösterme arzusu"nun türlü çeşit tuzaklarına açık bir pozisyondur. Evet, bu iki fotoğraf, egemenin gösterme arzusundan doğmadı, bakışımı doyurmak üzere sunulmadı. Gösterilmek istenen değil, gözlerden saklanan imgelerdi onlar. Bakışıma çarptılar, bakışımı deldiler; gözlerimi kaçırdığımda, bakışımı indirdiğimde aklımda kaldılar. Gülüşünü görmediğimiz bu insanların ölümünü gördük. Siz de gördünüz.
Görmek tek başına eylemsel bir etkinlik değildir, biliyorum. Göstermek de yetmez... Yine de, bugün Kemal Kurkut'un adalet mücadelesi anısına, aynı fotoğrafı bir de ben paylaşmak istiyorum.