1990’lı yıllarda devletin Kürtlere yönelik uygulamalarını dünya
görse, bir daha tekrarlayamazlar diye düşünürdük. Oysa dünyanın
görüp görmemesinin sonucu değiştirmediğini şimdilerde anlıyoruz.
Nitekim Abdurrahman Gök’ün fotoğrafları sayesinde dünya gördü,
Kemal Kurkut infaz edildi. Fakat bu, infazcıların elini kolunu
sallayarak evlerine dönmelerine mani olmadı, olmuyor.
“Ejder Demir, yanılmıyorsam iki çocuklu bir köylü. Askerleri
görünce telaşlanıp kaçmaya başlamış. Kaçamadan üstüne kurşun
boşaltılmış. Köylülerin tümünün gözü önünde. Sadece köylülerin mi?
Karısının, yakınlarının… Sonra karısını dövmüşler. Köyün etrafını
sarıp, sadece yerde kanlar içinde yatan Ejder Demir’in arabaya
bindirilip hastaneye götürülmesine müsaade etmişler. Fakat onca
kurşunla nasıl kurtulsun Ejder (…) Özalp’ı bilen 33 kurşun
hikâyesini bilir. Ahmed Arif’in deyimiyle ’33 kan pınarı, akmaz…’
Ve Özalp’ın girişinde koca bir kışla. 33 kurşunun hükmünü veren
paşanın adı kocaman: Mustafa Muğlalı… Ki suçlu bulunup da
cezaevindeyken ölmüş… Ejder Demir’in ölümünü anlattıkça Vanlılar,
aynı dörtlük dolanıp duruyor beynimde:
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz
Gayrı eşkıyaya çıkar adımız
Kaçakçıya, soyguncuya, hayına…”
Sevgili arkadaşımız Evrim Alataş’ın 13 Eylül 2007 tarihinde
Van’ın Özalp ilçesinde öldürülen köylü Ejder Demir’le ilgili
yazdığı bu yazısının başlığı “34’üncü kurşun”du.
İki hafta sonra aramızdan ayrılışının yedinci yıldönümü
dolayısıyla anacağımız Evrim Alataş, Ejder Demir’le ilgili davanın
akıbetini göremeden 12 Nisan 2010’da hayatını kaybetti. Ejder Demir
davası Evrim’in ölümünden tam bir yıl sonra, 19 Nisan 2011’de
karara bağlandı. Bir yüzbaşı ve dokuz er, “meşru müdafaa”
gerekçesiyle beraat etti. Oysa Ejder’in sözlü veya silahlı bir
mukavemette bulunduğuna dair hiçbir delil yoktu. Onun “katline
sebep suçu” Ahmed Arif’in 33 Kurşun dizelerinde dediği gibi,
isminin kaçakçıya çıkmasıydı. Kaçak sigaradan aranıyordu. Mustafa
Muğlalı’nın 33 köylüyü kurşuna dizdirdiği halde isminin Özalp’taki
kışlaya verilmesi gibi, Özalplı 34’üncü köylünün de failleri taltif
edilmiş oldular.
Tıpkı 21 Mart günü yüzbinlerce insanı Newroz alanına götüren
Evrim Alataş Caddesi’nde üstü çıplak Kemal Kurkut’u öldüren
polislerin mahkeme kararıyla serbest kalmaları ve olayla ilgili
yayın yasağı konması gibi.
EVRİM’İN YOLUNA DÜŞEN BİR KEMAL
Kemal, Evrim’in hemşehrisi, Malatyalı bir Aleviydi. Kemal’in sol
yanından akan kan, “Evrim Alataş yoluna” döküldü. Tıpkı Evrim’in
“Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer” romanının anlatıcısı 17 yaşındaki
akrabası Fidel’inki gibi. Hani şu, dağa çıkarken henüz yolda
vurulup öldürülen gül yüzlü Fidel. Fidel, Malatya’nın Alevi köyü
Gölpınar’dandı. Deniz Gezmiş’in, Sinan’ın, Yusuf’un, Hüseyin’in
havasını soluduğu, “martılarla” geldiği, şu an Evrim’in yattığı
Gölpınar Köyü. 1990’lı yıllardaki devletin aczini Mayoz Bölünme
Hikâyeleri kitabında ti’ye alan Evrim’in içindeki tüm sızıları
barındırdığı Gölpınar…
Her Kürdün devletle davası birbiriyle kesişir. 33 Kurşun’un
hikâyesi Ahmed Arif’le, Arif’inki Ejder Demir’le, Ejder’inki Evrim
Alataş’la, Evrim’inki Fidel’le, Kemal’le, Kemal’inki 10 Ekim
katliamıyla kesişiyor.
10 Ekim 2015. Kemal Kurkut henüz 20 yaşında. Malatya’dan kalkıp
Ankara’ya geliyor. Teyzesi de Adıyaman’dan geliyor “barış”
istemeye. Derken katliam gerçekleşiyor. Teyze, her zaman güler
yüzüyle hatırladığı Kemal’i arıyor, “oradan uzaklaş” diyor. Kemal
bir parka geçtiğini, iyi olduğunu söylüyor. Tabii bir daha iyi
olamıyor. Malatya’ya döndükten kısa süre sonra hastalanıyor.
Gaipten sesler ona sürekli bir şeyler anlatmaya başlıyor. Genç
yüreği tedirgin tedirgin atmaya o tarihten itibaren başlıyor.
KEMAL’İN BİLEKLİĞİNDEN, KEMANINDAN GELEN
SES
Sesler kimi zaman kolundaki bileklikten geliyor, kimi de yeni
yeni öğrenmeye başladığı kemanından. Malatya Devlet Hastanesi’ne
yatırılıyor. 10 gün psikolojik tedavi görüyor. İlaçlar alıyor. Ama
o çiçek yüzlü çocuk bir daha gülmüyor. Sürekli etrafına “iç
savaş çıkacak, herkes ölecek, ben artık insanların ölümüne
dayanamıyorum” demeye başlıyor. “Agresif bir çocuk değildi”
diyor teyze. Bir an duraksıyor. “Ama” diyor, “Newroz
günü polis üstünü çıkarttırmak isteyince, sinirlenmiş olabilir.
Sonuçta delikanlı bir çocuk. Kırk kere ‘bana su getir’ desen, bir
kez olsun ‘ya teyze ben kaç kere su getirdim, artık yeter’ demezdi.
Morali bozuk olduğunda köşeye çekilir, sesini çıkarmazdı. Kimseye
bir zararı olmadığı için çok sevilen bir çocuktu.”
10 Ekim’den sonra Kemal hepi topu bir kere odasını, kitaplarını
dağıtmış. “Çıldırdığı” tek an bu olmuş. Sonra da tekrar suskun
dünyasına geri dönmüş.
Geçtiğimiz günlerde, JÖH-PÖH’ün gururla sosyal medyada yaydığı
Nusaybin’deki yıkım fotoğrafının resmini yaptığı için 34 aylık
hapis cezasına çarptırılan, gazetecilikte Evrim Alataş’ın yolunu
takip eden Zehra Doğan’ın, Express dergisinin Nisan sayısına
verdiği söyleşide dediği gibi: “Çıldırmak için yeterli neden var,
ama insanların böyle bir lüksü yok.”
Kemal’in de böyle bir “lüksü” yoktu. Ama belli ki üstünün
soyulmasına ve belki de orada kendisine söylenen bir söze, bir
imaya tahammül edemedi. Anlaşılan polis de karşısındaki Kürt
gencini vurunca başına herhangi bir şey gelmeyeceğini bilerek çekti
tetiği. Ne de olsa polisin de, ucu 33 Kurşun’a kadar dayanan bir
tarih bilgisi var.
“BENİM HER YERİM YÜZÜMDÜR”
Kemal’in çıplaklığı Kürtlerin karşı karşıya bırakılmak istendiği
onursuzlaştırma girişiminin çarpıcı bir temsilidir. Baudrillard’ın
bir Hintliden aktardığı gibi, “Benim her yerim yüzümdür.” Kemal’in
bedeni de yüzüydü. Abisi Ercan, Kemal’in çıplaklığı için şöyle
diyor: “Kemal’in çıplaklığı bizim saflığımızı
gösteriyor.”
Kemal’in sol yanından akan kanlara rağmen elindeki su şişesini
bırakmayışı, o bir yudum sudan içeceği umudunu kaybetmemesi…
Telefonda konuştuğumuz teyzesi, dönüp dönüp Kemal’in son
fotoğraflarına bakıyormuş: “Kemal’in yüzüne baktığımda yardım
dileğini görüyorum. Yardım istiyordu Kemal. Bunu beklemiyordu.
Şaşkındı.”
Kemal’in sosyal medyada dolaşan kemanlı fotoğrafında Ahmet Kaya
posteri göze çarpıyor. Kemal’in yolunun Ahmet Kaya’yla da kesişmesi
tesadüf değil: “Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım, ben bu
kurşun sesini nerde olsa tanırım.”
“Ahmet Kaya’yı çok severdi. Sürekli onu dinlerdi” diyor
teyzesi. Kemal’in polisten kaçarkenki fotoğrafı için,
“Gözlerinde ‘imdat’ sesi vardı. Kemal sıkışmıştı, yardım
bekliyordu. Kemal o kurşunla ölmezdi” diyor.
GÜL MEMELER DEĞİL DEVLET KURŞUNU
Teyzesi anlatıyor: “Ablamın dört erkek çocuğu vardı.
Kemal beş yaşındayken babası kanserden vefat etti. Annesi kayısı
bahçelerinde çalışarak bu çocukları okuttu. Elazığ’da üniversite
okuyan abisi Ercan, katıldığı bir öğrenci olayından sonra gözaltına
alındı. Daha sonra da hapis cezası çarptırılınca Almanya’ya kaçmak
zorunda kaldı. Diğer abisi öğretmendi. İhraç edildi. Ablam nerede
iş bulduysa orada çalıştı, nerede ev bulduysa orada yaşadı
yıllarca. Dört çocuğunu öyle büyüttü. Bir sefer yanımda saydı, 13
tane ahırı temizleyip ev diye oturdu.”
Anne Sîcan Kurkut, 13 ahırı ev yapıp binlerce kahır çekerek
büyüttüğü çocukları için kayısı bahçelerinde çalışmış yıllarca.
Bahçelerden domates, biber toplamış. Newroz sabahı da saat 5 gibi
kalkıp fabrikaya gitmeden önce, bakmış Kemal’in kapısı kilitli.
Kapıya “beni rahatsız etmeyin, müzik dinliyorum” diye yazmış Kemal.
Meğer o gece kalkıp Newroz’a gitmiş. Çantasına iki-üç tişört, bir
şiir kitabı ve günlüğünü koymuş.
Oysa o gece geç saatlere kadar üst kattaki abisinin evinde
oturmuşlar. Geç olunca bahçeye inmiş Kemal, çok sevdiği komşu
köpeğiyle oynamış. Sonra oturup günlüğüne birşeyler yazmış.
Abisinin pencereden baktığını görünce de günlüğünü kapatıp içeri
girmiş. Kemal o gece günlüğüne en son ne yazdı, bilmiyoruz. Belki
de Ahmed Arif’in 33 Kurşun’undan dizeler:
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
Evrim Alataş da Ejder Demir için yazdığı yazıyı bu dizelerle
bitirmişti:
“Velhasıl dostlar, buralarda oluşan kan göletlerinden bir
damla eğer sizin oralarda gömleğinize, ayakkabınıza ya da
tabağınıza damlamazsa eğer, anlaşılmaz bir köylü nasıl ölür, neden
öldürülür? Bir yüzbaşı atanır, yetkilerinden bilirse insanlığı,
Kürt çok kolay ölür… O denli kolay ölür ki, ‘mazot kaçakçısıymış’
cümlesi bile her şeyin üstünü ‘adilane’ kapatmaya yeter. Bir
Allah’ın kulu çıkıp demez: Silahsız bir köylü bu! Sonra şiirlere
sarılırız beyhude:
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki…”
EVRİM ALATAŞ ÖDÜLÜNE NE OLDU?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden bir grup hoca, Hrant
Dink öldürüldükten sonra Ayrımcılığa Karşı Dersler ismiyle bir ders
açtı. 2011 yılından itibaren de bu ders kapsamında Evrim Alataş
Ayrımcılığa Karşı Haber Ödülü verilmeye başlandı. “Çünkü” diyor o
dersi veren hocalardan biri: “Evrim Alataş, ayrımcılığa karşı hiç
durmadan yazmıştı. Nisan 2010’da hayatını kaybedince, ismini böyle
yaşatmak istedik.” Ne var ki bu sene KHK kapsamında, o dersi veren
hocaların neredeyse hepsi ihraç edildiği için ders açılamadı, ödül
de verilemeyecek. Yoksa o ödülün gideceği isim belliydi: Önceleri
“canlı bomba” diye yutturulmaya çalışılan Kemal Kurkut’un üstü
çıplak haliyle, iki adım öteden, sırtından vurulduğunu an be an
fotoğraflayan, yeni kuşağın en iyi gazetecilerinden Abdurrahman
Gök.