Kemik
Kemik, “devletinse” sadece bir kargo. Hususiyeti: Eğer yasal kurşunun sahibine aitse C-130 kargo uçağıyla, hamasi nutuklar eşliğinde ve törenle “son yolculuğuna uğurlanmasında”, yok eğer o yasal kurşunu yiyense, PTT kargo ile bir “kutuda gönderilmesinde”. Kemik, bir “evlada” aitse her şeyden önce bir “yok oluş”. Ama ne yok oluş! Hususiyeti annenin babanın da yok oluşunda…
Levent Ünsaldı leventunsaldi@gmail.com
Kemik, bir fizyolog için sadece bir doku. Hususiyeti vücudu oluşturan dokular içinde en serti olması…
Kemik, bir fiziki antropolog için sadece bir veri. Hususiyeti evrimin ve kültürlerin gizemli yolculuğunda patikalar açması…
Kemik, bir adli tıp doktoru için sadece bir “madde”. Hususiyeti kesilip biçilebilmesinde, incelenebilmesinde…
Kemik, inlerinde gebertilmiş bir “leşinse” sadece bir “şey”. Hususiyeti tekmelenmesinde, ezilmesinde, yakılmasında, bir köşeye atılmasında…
Kemik, “şehit” olanınsa sadece bir ritüel. Hususiyeti “ölümsüz” olmasında, “ölmemesinde”; “evdekiler” içinse tam tersine “ölümlü” olmasında, yani o dayanılmaz acıda, öfkede.
Kemik, “devletinse” sadece bir kargo. Hususiyeti: eğer yasal kurşunun sahibine aitse C-130 kargo uçağıyla, hamasi nutuklar eşliğinde ve törenle “son yolculuğuna uğurlanmasında”, yok eğer o yasal kurşunu yiyense, PTT kargo ile bir “kutuda gönderilmesinde”.
Kemik, bir “evlada” aitse her şeyden önce bir “yok oluş”. Ama ne yok oluş! Hususiyeti annenin babanın da yok oluşunda…
Kemikler ve genel olarak şeyler, bu tanımlamalar olmadan da var elbette. Şeyler dünyası var olmak için beni beklemedi kuşkusuz. Ama benle beraber başkalar; isimleri var; yani başka şekillerde varlar. Onlara aitim, onların da bana ait olduğu gibi. Tek ve en hakiki deneyimim onlarla beraber “olmak”. Pascal’ın dediği gibi, beni kapsayan dünyayı kapsıyorum. Bu dünya beni kapsıyor çünkü onunlayım, “ondayım”, ona tabiyim. Onu kapsıyorum çünkü onu “kuruyorum”, benimle beraber başka bir dünya oluyor o dünya. Dile geliyor işte…
Dünya bensiz “dilsiz”… Doğa veya toplum konuşmaz ki. Moleküller, toplumsal kurumlar ve elbette kemik konuşmaz ki. Benle beraber dilleniyor o dünya, eciş-büçüş yollar simetri kazanıyor; dünya, kartografisine erişiyor. Ben ve şeyler dünyası “biriz”; sınırlarımız, bizzat deneyimimizin sınırları; sanki sürekli birbirimizi yokluyoruz, geçinemeyen bir çift gibi.
Elbette yalnız değiliz, başka şeyler ve çiftler de var. Her yanımızdan bizi sarmalayan kültürel bir evren, sayısız ilişkiler düğümü de var. Beşerim ben, buna ne şüphe! Tanımlı bir dünyanın “içine” doğdum. Şeylerin isimlerini ben icat etmedim. Dünyayı ilk kez ben dillendirmedim; dillendirilmiş buldum. Diğer beşerlerin elinde doğdum; onlardan bir “anlam evreni” ödünç aldım. Neyin yenilip yenilemeyeceği gibi, neyin kargoyla gönderilip gönderilemeyeceğini de öğrendim. Yani bir evladın kemiklerini, PTT kargoyla göndermekle, C-130 uçağıyla törenle uğurlamak arasındaki farkı biliyorum. Bunu, buna karar veren devlet yetkilileri de biliyor, koliyi ulaştıran PTT görevlileri de, Kemal Baba da, “izleyenler” de.
SADECE BİR AĞIRLIK: KEMİK
Kemik, yok sayanlar ve yok edenler için sadece bir “ağırlık”; PTT baskülünde sadece tartılan ve kargolanan bir “ağırlık”, sıradan bir nesne gibi veya tıpkı tüm diğer kılıç artıkları gibi, sadece bir fazlalık. Geriye kalanlar bir artıksa eğer, her an “ağırlığa” dönüşme ihtimalleri de var demektir. “Artık olan” muhafaza edilmez ki, en iyi ihtimalle şimdilik bir yere “iliştirilir”, olağan halinde ise “atılır”, ağırlıktan “kurtulunur”. Artık veya ağırlık olanın ismi de olmaz, geçmişi de. Artık olanın önündeki tek gelecek “atılmaktır”; “artık” olan için “şimdi” sadece bir bekleyiştir, atılacağı günün bekleyişi. Bu “artık”, kemikse gönderilir, “beşerimsiyse” katledilir. Beşerimsidir çünkü sınıflanamaz. Artık olan, ne şeyler ne de beşerler dünyasına aittir tam olarak; hem vardır hem yoktur; doğa ve kültür arasındaki çizginin bizatihi ihlalidir.
Her toplum, elbette, birbiriyle çatışan farklı anlam evrenlerini içinde barındırır. Bir anatomi dersinde kadavrayı kesip biçen doktor ve öğrencilerin bu cansız doku yığınına bakarken ve dokunurkenki anlam evreniyle, bir mevtayı yıkayan gassalin idrak kategorileri elbette farklıdır. Kadavra sadece bir numaradır; sırasını bekleyen bir numara, bir ders materyalidir. Tam da o ders esnasında, kadavra kesilip biçilirken, o cansız bedenin bir “yakınının” feryat içinde içeri girdiğini düşünelim. Kadavra sıradan bir kadavra olarak kalamaz artık. “Yakını” olan bir insan bedenine dönüşüverir bir anda; bir hikâyesi ve elbette bir ismi olan. “Benim oğlum o” diyor içeriye giren baba, “kesemezsiniz” diye haykırıyor.
O feryat, o haykırış, iki saniye önce rahatlıkla kestikleri bedenin de bir beşere ait olduğunu hatırlatıyor sanki hoca ve öğrencilere. Suskunluk, şaşkınlık, hatta mahcubiyet… Hoca duruyor, ne yapacağını bilmez gözlerle etrafa bakıyor. Çaresiz çünkü anlam evrenleri birbirine karıştı: kadavraysa başka, yakını olan bir insan bedeniyse başka. Çünkü farklı anlam evrenleri olduğunu, kendisinin de, örneğin annesini ölümüne müteakip kadavra olarak kullanamayacağını biliyor. Toplum, perspektiflerin bu çoklu birliğinde: “Şu anda bu bir kadavra, yani kesebiliriz, ama başka an ve durumlarda kesilemez çünkü başka bir şey” diyebilmekte. Hocanın durumu zor; güvenlik de geldi; içeriye giren babanın feryadı kulakları patlatıyor. Hocanın hızlıca bir karar vermesi azım.
Çok değil en fazla iki tane seçeneği var. Ya bir anda her şeyi durduracak, neredeyse bir suçlulukla elindeki neşteri bir kenara bırakacak ve o bedene başka bir şekilde dokunacak, neredeyse af dilercesine; ve böylece o cansız oğula, babasına ve oradan da tüm topluma ve normlarına gereken saygıyı gösterecek. Ya da elindeki resmi evraklara itimat edip, hiç oralı olmadan kesmeye devam edecek ve yakını apar topar dışarıya attıracak. Belki de sonra kendisine kemikleri kargoyla gönderecek. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kemal babaya ikinci seçeneği layık gördü… çünkü o ve oğlu sadece bir “artık”tı… bir fazlalık.