Kenan Bilgin komünist bir işçiydi. 70’lerin sonunda, toplumsal
muhalefetin en etkili olduğu yıllarda, henüz 20’sine girmemiş bir
gençti ve Kaynarca’da petro-kimya işçisi olarak çalışmaya başladı.
İşçi sınıfının politik örgütlenmesi için de çabalıyordu. 21
yaşındayken 12 Eylül darbesi oldu. Darbecilerin esas hedeflerinden
biriydi: Gençti, işçiydi ve komünistti... Tutuklandı.
80’lerde cezaevinden çıkıp işçiliğe ve artık yaşamının doğal bir
uzantısı olan siyasal faaliyete geri döndü. Öyle ki, çalışmadığı
fabrikaların işçileri bile onu kendi fabrikalarından sanıyordu.
“Her fabrikanın işçisi” idi. 1992’de tekrar tutuklandı ama gördüğü
ağır işkencelere rağmen hiçbir suçlamayı kabul etmediği için
‘mecburen’ serbest bırakıldı.
1994 yılının 12 Eylül günü, Ankara Dikmen’deki bir durakta
otobüs beklerken terörle mücadele şubesi polisleri tarafından
kaçırıldı. Kendisiyle eş zamanlı olarak gözaltına alınan başka
kişilerle birlikte, Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nin ‘DAL’ olarak
bilinen ünlü işkencehanesine götürüldü.
Altı gün boyunca Kenan Bilgin’den haber alamayan ailesi,
İHD’den, Ankara’da kaçırılırcasına gözaltına alınan kişinin Kenan
Bilgin olabileceğini öğrendi. “Adalet ve İçişleri Bakanlığı’na,
Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, Terörle Mücadele’ye başvurduk,
Meclis’te, insan hakları bakanlığıyla temaslarda bulunduk” diyor
ağabey İrfan Bilgin, “hiçbir sonuç alamadık.”
Kenan Bilgin’in Ankara TEM’de gözaltına tutulduğuna ve ağır
işkence gördüğüne, kendisiyle aynı anda gözaltına alınan diğer 11
kişi, 15 günlük işkenceli sorgudan sonra çıkarıldıkları mahkemede
yazılı olarak tanıklık etti. Bu tanıklıklar reddedildi.
Daha sonra gözaltına alınıp TEM’e götürülen avukat Murat Demir,
karşı hücresindeki kişinin kendisine “Ben Kenan Bilgin’im. 20
günden beri buradayım ve beni hâlâ kayıt altına almadılar. Beni
kaybedecekler” dediğini söyledi. Onun tanıklığı da reddedildi.
Olayla ilgilenen soruşturma savcısı Selahattin Kemaloğlu sürgün
edildi, yıllar sonra Cumartesi Anneleri’nin bir eyleminde savcının
şu sözleri duyuldu: “Kenan Bilgin, işkence edilerek infaz edildi.
Cesedi kaybedildi. Bir gün mutlaka bu katliamı yapanlar
yargılanacak.”
Yerine atanan Özden Tönük, dosyayı alelacele kapattı. Kenan
Bilgin’i gözaltında ve işkence edilirken gördüğünü söyleyen
tanıkları “polisi ve devleti küçük düşürmeye çalışmak” ile
suçluyordu. Kısa sürede terfi edip Yargıtay üyesi oldu.
İHD verilerine göre 1991’de 4, 1992’de 8, 1993’te 36 insandan
gözaltına alındıktan sonra bir daha haber alınamamıştı. 1994’te bu
sayı, çoğu Kürt coğrafyasında olmak üzere, 229’a çıktı. Kenan
Bilgin, 1994 yılında gözaltına alınıp katledilen ve ardından
varlığı inkar edilen bu 229 kişiden biriydi.
1994’te Adalet Bakanı SHP’li Mehmet Moğultay, İçişleri Bakanı
DYP’li Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar idi. Menteşe
bir yıl sonra başbakan yardımcılığına ‘terfi’ etti; Ağar bakan
oldu, ‘siyasi lider’ oldu, en son 15 Temmuz sonrasındaki ‘nöbet’
şölenlerinde demokrasi nutku söylüyordu.
90’lar boyunca devletin "güvenlik güçlerince" kaçırılarak infaz
edilen ya da işkenceli sorgularda can verdikten sonra bilinmeyen
mezarlıklara gömülen, asit kuyularına atılan bine yakın insan
‘kayıp’ oldu. Ama bin insanı umarsızca yok eden ve onların
akıbetini soranları vatan düşmanlığıyla suçlayan ‘devlet bekası’
mefhumu hiç kaybolmadı. 90’ların bu dehşet sarmalındaki her köşe
başında görev yapmış olan Mehmet Ağar, yıllar sonra gazetecilere
“Devlet için 1000 operasyon yaptım” diyecekti. 12 Eylül 1980’den 14
yıl sonra Kenan Bilgin bir otobüs durağından kaçırılırken ya da 17
yıl sonra, 12 Eylül 1997’de, Ağar’ın sağ kolu, suçüstü yakalanan
Susurluk çetesinin has adamı, özel harekatçı İbrahim Şahin ‘sağlık’
bahanesiyle hapisten salıverilirken, 12 Eylül rejiminin sapasağlam
ayakta durduğunun kanıtı gibi devlet basamaklarını tırmanıp durdu,
‘itibarı’ndan hiçbir şey kaybetmedi.
2001’de AİHM “Kenan Bilgin’in 12 Eylül 1994 tarihinde gözaltına
alındığını; 3 Ekim 1994’e kadar güvenlik güçlerinin elinde
olduğunu; ancak bu konuda hiçbir kaydın tutulmadığını ve bundan
sonra akıbetinin ne olduğu konusunda hiçbir kayıt ve bilginin
bulunmadığını” tespit ederek, Türkiye’yi Kenan Bilgin’i gözaltında
kaybetmekten sorumlu tutarak oybirliğiyle mahkûm etti.
(Bilgin/Türkiye 17.07.2001, BN: 25659/94.)
Ve geçtiğimiz günlerde Ankara Başsavcılığı, “Ankara Emniyeti’ne
bağlı nezarethanelerden birine alındığına dair hiçbir veriye
ulaşılamamıştır” diyerek Kenan Bilgin hakkındaki dosyayı “zaman
aşımı”na uğrattı.
İnsan Hakları Derneği, 26 Mayıs 2017 günü, Birleşmiş Milletler
Zorla veya İrade Dışı Kaybetmeler Çalışma Grubu’na bir liste verdi.
Listede aralarında MİT çalışanı ve polislerin de bulunduğu 11
kişinin adı yer alıyordu. İHD bu kişilerin kaçırıldığı ve
akıbetlerinin bilinmediği yönündeki iddiaları BM’nin dikkatine
sunuyordu.
Bir bengi dönüş gibi, döne dolana aynı noktaya gelen, aynı
çıkmaz sokağa saplanan bir ülke. Koyu karanlıkta, hapse atılan,
kaybolan, işlerinden kovulup açlığa terk edilen ve ‘ağaç kökü
yesinler’ denerek tüm kapılar yüzüne vurulan yurttaşlar... “Madem
bizi açlığa ve ağaç kökü yemeye terk ettiniz, bunu tüm toplumun
önünde bir eyleme çeviriyoruz” diyerek ‘devlet’e ayna tutan
eğitimcileri tutuklayan yeni bir çıkmaz sokak.
Bugün 31 Mayıs. Gezi Parkı direnişinin polis şiddetiyle
bastırılmak istenirken bir halk hareketine dönüştüğü günün 4'üncü
yılı…
Antalya’da katıldığı yürüyüşten gözaltına alınan ve ‘terörizmle’
suçlanan, boynundaki kırmızı fular bile ‘suç delili’ olarak
gösterilip 98 yıl hapsi istenen Ayşe Deniz Karacagil’in ölüm haberi
geldi dün Suriye’den. Dünyayı merak eden ve tanımaya çalışan, ondan
yana umutlu olan gençlerin öncülüğünde, çıplak devlet şiddetine
karşı, bir arada ve barış içinde yaşamın, temel hak ve
özgürlüklerin, doğaya ve tüm yaşam alanlarına özenin savunulduğu
bir direnişti Gezi. İktidar onunla çatışmayı, gençlerin özgürlük
taleplerini ‘terörizm’ olarak tevil etmeyi tercih etti. Gezici
gençleri, 98 yıl hapis tehditleriyle ülkeden ‘kovaladı’.
Bir bengi dönüş gibi, döne dolana aynı noktaya gelen, aynı
çıkmaz sokağa saplanan bir ülke...
Gezi, o sonsuz dönüşün kırılması umudunun elle tutulur hale
geldiği ışıklı bir andı. Bu kayıp işçiler, kayıp yıllar, kayıp
kuşaklar ülkesinin göğünde bir an bir şimşek gibi yanıp, onu
kemirenlerin daha çok kişi tarafından görülmesini sağladı.
Kierkegaard’ın o bilinen sözünü tekrarlarsak, “Hayat ancak
geriye doğru bakarak anlaşılıyor ama sadece de ileriye doğru
yaşanıyor…” Geriye bakınca Kenan Bilgin’in göz göre göre
kaybedilişini görüyoruz ve şimdiki ‘zaman aşımı’ kararını, bugünü o
geçmişin kalıntısı haline getiren bir işaret olarak ‘anlıyoruz’.
Ama ileriye doğru, o ‘zaman aşımı’na izin vermeden, başka kayıplara
izin vermeden, şahsında bütün bir ülkenin kaybedildiği Kenan Bilgin
ve öteki ‘kayıplar’ aramıza dönecekmiş gibi yaşamamız gerektiğini
biliyoruz. Gezi’nin ışığını bu yüzden önemsiyoruz, ‘geriye doğru’
bakıp onu yeniden anlamak gerektiğini biliyoruz.