Kenar mahallenin mahcubiyeti

Yönetmen Emre Erdoğdu ‘iz bırakan’ bir adımla başladığı sinema kariyerine sağlam adımlarla devam ediyor. Yönetmen kendisi için bir "Beni Sevenler Listesi" hazırlatsa biz de adımızı yazdırırdık herhalde!

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Yönetmen Emre Erdoğdu, aslında 2017 yılında bize "Kar" adındaki ilk uzun metrajlı sinema filmini sunduğunda, Türk sinemasının genel akımlarının dışında kalan bir dünyasının olacağının ilk sinyallerini vermişti. Yönetmenin ödüllü yeni filmi "Beni Sevenler Listesi" ise Erdoğdu’nun bu ‘aykırı’ yerini sağlamlaştırmakla kalmıyor aynı zamanda yönetmenin sinemasında sadece psikolojik değil sosyolojik açıdan da kritik noktalar yakalayabildiğinin bir kanıtı niteliğinde.

"Beni Sevenler Listesi", hem çekim hem de işlediği sosyal sınıf ayrışım ve bunların ‘çatışmaları’ bağlamında bildiğimiz ‘klişelere’ düşmüyor. Yönetmenin kendi içinde bu filmdeki yaklaşımı bize uzaktan da olsa 1995 yılında büyük ses getiren Mathieu Kassovitz’in filmi "La Haine"i (Protesto) anımsattı.

İki film arasında tabii ki senaryo bazında ciddi farklılıklar mevcut ancak bu iki yapım arasında sunulan gerçekçi ve yarı-belgesel tadındaki anlatımları ve alt sosyal tabakadan gelen bir protagonist’in (veya protagonistlerin) üst sosyal tabakalara ulaşma/karışma gayretini ele alma açısından paralellikler var. Tabii ki "La Haine" ‘ufkunu’ genişletip insanın içindeki şiddet dürtüsü, polislerin orantısız ve ırkçı baskısı gibi birçok başka konuya da parmak basıyordu. Buna karşılık "Beni Sevenler Listesi"ndeki başkarakterin ‘kenar mahalle’(banliyö) ‘ezilmişliği, mahcubiyeti kırmak için taşıdığı isyan ve öfke "La Haine" karakterleri Said, Hubert ve Vincent’da da vardı.

Filmin konusuna gelirsek: Yılmaz, Bağcılar semtinde oturan ve özellikle Cihangir tarafında oyunculara, yönetmenlere, senaristlere torbacılık yapan bir gençtir. Mahallesinde tanınan ve birçok ‘bağlantısı’ olan Yılmaz, bu uyuşturucu satışları sırasında bu sanatçılarla arkadaş, ahbap olmuş, onların evlerine ve partilerine de katılmaya başlamıştır. İşler uzun bir süre iyi gitse de, polislerin daha sıkı kontroller yapması olayları karıştırır ve yerel tedarikçilerini kaybeden Yılmaz şehir dışından daha büyük uyuşturucu patronlarıyla pazarlık yapmak zorunda kalır.

ÖFKEYLE YAŞAYANLAR…

Bu filmin yine "La Haine" filmiyle benzerliklerine dönecek olursak: İki film de siyah-beyaz formatta çekilmiş, iki filmde de kamera hareketli bir şekilde baş karakter(ler)in asla peşini bırakmıyor ve onlarla beraber şehirde dolaşıyor, girdikleri değişik ortamlarda onlara eşlik ediyor.

Ancak "La Haine" filminin üç başkarakteri Cezayir asıllı Said, Afrika kökenli Hubert ve Yahudi Vincent, şehrin merkezinde, bir dairede (Asterix lakaplı müthiş bir karaktere) uyuşturucu satışı yapsalar da, Yılmaz gibi bunu meslek edinmiş gençler değillerdi. Değişik etnik kökenlerinden dolayı yabancı düşmanı polisler ve bazı vatandaşlar tarafından ‘ikinci sınıf’ kişiler gibi görülen bu üç genç, gece boyunca bazen bilinçli bazen ise rastlantısal olarak, kendilerine çok yabancı olan, ‘lüks mekanlarda' (şık bir sergi kokteyli, Asteriks’in lüks dairesi…) buluyorlardı. Ama hem görünüşleri hem davranışları hem de konuşmaları bu ‘üst’ sosyal sınıftan insanlara ‘batıyor’ ve kendi dünyalarından çok daha konforlu olan bu ortama bir türlü giremiyorlardı.

Yılmaz içinse durum farklı… O, sonuç olarak yaptığı uyuşturucu işi sayesinde çok daha iyi para kazanıyor. Diksiyonu ve konuşması "La Haine" karakterlerinin ‘argo’, küfürlü ve ‘Verlan’ (Fransızca hecelerin yerini değiştiren bir ağız) konuşmalarından çok daha düzgün. Üstelik bu ‘alıcısı’ olan oyuncularla arkadaş olmuş hatta bazılarıyla ‘flört’ etmiş durumda. Dolayıyla kendisi ayrı bir ortamdan çıktığı halde bu ‘üst’ sosyal sınıftan insanlarla tamamen bir etkileşim halinde gibi duruyor. Sanki geldiği ‘kenar mahalleyi’ arkasında bırakmış gibi…

‘EKSİK’ KALMIŞ SANATÇILAR…

Yönetmen, Yılmaz karakterinin nasıl bu ‘üst’ ortama dahil olduğunu gerçekçi bir çerçeveye oturtmak için ‘eksiksiz’, bütün hırslarından kurtulmuş olgun ‘alıcı’ karakterler sunmuyor. Yılmaz tabii ki onlarla asıl bağlantıyı sattığı uyuşturucu ile kuruyor ama bu oyuncuların, senaristlerin vb. her biri ‘sancılı’ kişiler… Yılmaz’ın arkadaşı ve bir anlamda flörtü Tutku, dizilerde belli bir popülerlik kazanmış ama kendisini daha ciddi sinema işlerinde göstermeye çalışan (bunu menajeriyle yaptığı sert telefon konuşmalarından anlıyoruz) ama yapamayan bir oyuncu. Aynı gruptan genç oyuncu Enes, partilerden partilere koşan, oyunculuk yeteneğinden çok magazin haberleriyle gündem olan bir isim. Aynı şekilde onlar kadar gösterişçi olmasa da, Yılmaz’ın arada sırada ziyaret ettiği senarist karakter de girmiş olduğu ‘dizi sisteminden’ kurtulmak için yazdığı uzun metrajlı film senaryosunu bir türlü pazarlayamıyor. Dolayısıyla film, birçok kişinin imrendiği bu dünyanın hiç de o kadar ‘toz pembe’ olmadığını dozunda bir sinema diliyle anlatıyor.

Yaptığı işten dolayı bize ‘mesafeli’ duran ama kişiliğinden dolayı belli bir empati kurduğumuz Yılmaz, şehir içindeki uyuşturucu kaynaklarını kaybedince ve zorunlu olarak şehir dışındaki satıcılara yönelince karakteri daha da bir derinlik kazanıyor. Yılmaz’ın sonrasında muhatap olmak zorunda kalacağı uyuşturucu ‘baronları’, patronları, başkarakterin o zamana kadar gözlemlediğimiz kişiliğini ve özel hayatını daha da belirgin hale getiriyor. Kahramanın uzun zamandır kurmuş olduğu müşteri-arkadaş ve profesyonel-duygusal ilişki ikilemleri, olaylara sadece para kazanmak açısından bakan bu ‘para babaları’ yüzünden ciddi hasar alıyor hatta adeta allak bullak oluyor.

Daha büyük satıcı-dağıtımcı olmak veya daha da fazla para kazanmak gibi teklifleri geri çeviren Yılmaz, kurduğu (müşteri de olsa) kişisel ve duygusal bağları ‘anonim’ bir ortamda kaybetmek istemiyor. Bizce burada asıl geri geldiğimiz nokta başkarakterin ‘hırs eksikliği’ değil ‘geldiği yeri unutamama’ durumu.

YILMAZ’DAN AYIRILMAMA DURUMU…

Daha önce de değindiğimiz gibi kamera neredeyse hiçbir zaman başkarakterin ensesinden ayrılmıyor. Özellikle filmin ilk bölümünde gördüğümüz Yılmaz’ın değişik (ama tanıdığı) kişilerle geçirdiği, ‘bölük pörçük’ duran sekanslar hem olaylar ilerledikçe belli bir bütünlüğe kavuşuyor hem de hikâyeye ciddi bir tempo kazandırıyor.

Bütün bu ‘hareketli’ senaryoya üst düzey oyunculuk performansları eklenince film, daha da ‘olgunlaşmış’ bir düzeye çıkıyor. Başta hikâyenin ‘rehberi’ ve merkezi Yılmaz’ı canlandıran Halil Babür olmak üzere ‘light’ Tutku’yu oynayan Hayal Köseoğlu’ndan ‘kibirli’ Enes’e hayat veren Ahmet Rifat Sungar’a, uyuşturucu baronlarını oynayan yönetmenler Can Evrenol ve Onur Ünlü’den Ahmet karakterini üstlenen Sermet Yeşil’e kadar neredeyse her oyuncu deyim yerindeyse ‘dört dörtlük’ performanslar sergiliyor.

Kısaca yönetmen Emre Erdoğdu ‘iz bırakan’ bir adımla başladığı sinema kariyerine sağlam adımlarla devam ediyor. Yönetmen kendisi için bir "Beni Sevenler Listesi" hazırlatsa biz de adımızı yazdırırdık herhalde!

Tüm yazılarını göster