Devletlerin ve esasında devletleri kendilerinin aracı yapanların net bir korkusu vardı:
Kitlelerin yeni bir fikir, bir hayal, bir ideal ve elbette örgütlenmeler etrafında kenetlenip düzeni değiştirmek üzere hareket etmeleri.
Öyle lokal bir ayaklanmadan söz etmiyorum.
Bir zamanlar, aslında devletine çok bağlı olan Ecevit’in “en sol” halinin de olanca muğlaklığı ve naifliğiyle “Bu düzen değişecek” demesi gibi, bir düzen değişikliği umudu.
“Demokrasi, insan hakları, çalışan hakları, kadın hakları” vb. “iyiye benzer” ne varsa, lütufla değil, mücadeleyle şekillenmişti.
Düzeni değiştirmek adına yapılan köklü mücadelelerle insan ve toplum hayatına gelmişti “haklar ve özgürlükler” de.
Mücadele tavsadığında da onları kemirdiler!
Nasıl mümkün oldu? Nasıl mümkün oluyor bu kemirme-kemirilme?
Bir toplum içinde hatırı sayılır çoklukta insanın, toplu olarak başka bir dünya umut etmek yerine, birey olarak kendi dünyasını başkalaştırmak ile iştigale sarılması veya sıkışması sayesinde.
“Gerçekçilik” adına rüyaların, hülyaların gömülmesiyle.
Büyük hikayelerin paylaşılması yerine, herkesin kendi hikayesini paylaşmaya koşturması sayesinde.
Acıların ortaklaştırılamayıp ortak bir umudun içine paylaşılarak akıtılmaması sayesinde.
İnsan acılarına dair, hemen hepsi kimliğe dayalı çok sayıda başlık ve mücadele ve “iyileş(tir)me” arzusunun, “değiştirme” tutkusunun önüne geçmesi sayesinde.
Bu “sayesinde”lerin hiçbirinde yanlış yok…
İnsanın kendi dünyasını kurmaya, iyileştirmeye, değiştirmeye çalışması “doğal.”
Doğal olmayan, hakikaten “dünyayı değiştirmeye” çalışması.
Çünkü doğal, olağan, normal sayılanı kırmaya, parçalamaya teşne bir şey o.
İlki doğal, çünkü “fizibilitesi” var.
Kendin varsın bir kere.
Tüm zorlayıcı şartlara rağmen, engellere rağmen, sınırlamalara ve sınırlara rağmen kendini inşa etmek veya çoktan tamamlanmış görmek daha mümkün.
Daha kolay.
Diğeri tehlikeli bir belirsizlik.
Yenilgilerle dolu hareketlilikler. Neyi değiştirebilmiş ki, kendilerini hızla değiştirip boğana kadar!
Kısa vadelerle, günlük, gündelik yaşam tatmini vaat eden, sözünü tutmasa dahi, bir yerlerden “telafi” edebilen, seni ezerken bile birey olarak özgüvenini pohpohlayan, kendi kaderine hakim olduğun hissini veren bir çarkın içinde, çarkın kırılması akla gelmeyebiliyor.
Çünkü rahatsız edenlerin yanı sıra, “uyum” için o kadar çok imkan, ihtimal, fırsat, arz var ki!
Herkesin, evet aslında herkesin “zincirlerinden başka kaybedecek” çok şeyi var ve zaten kimse kendini zincirli hissetmiyor.
Gizli, hatta açık baskılara rağmen “kaçış” kanalları var. Bütün umutsuzlukların orta yerinde oyalanma ve “tatmin” alternatifleri bol.
“Geçim sıkıntısı” da, adı üstünde, sıkıntı.
Sebepleri üzerine fazla düşünmeden, her sıkıntı gibi katlanılan, bir şekilde aşılması beklenen, bazen kabullenilen, kimi zaman mucize beklenen, kimi zaman bir TV dizisine atıp kendini, uykuya yatırılan bir sıkıntı.
Hep deniyor ya, “çocuklar geleceğimiz.”
Yok öyle bir şey.
“Çocuklarımızın geleceği var.” Tamam. Ya da yok zaten. Sadece bugünü var. Hatta kiminin o da yok.
Ama çocuklarımızın sağlayacağı ortak bir geleceğimiz yok.
Çünkü hemen hemen kimse onlara böyle “gelecek” umudu vermiyor. Umut bir yana, tahayyülünü de.
Çocuklar da bugünün içinde çocukluklarını tüketiyor ve sadece bir kısmı, “parlak gelecekleri”yle, diğerlerinin “hiç gelmeyecek”leriyle zerre bağları kalmadan, tatmin oldukları bu hayatı yeniden üretiyorlar.
Bunları karamsarlıkla söylemiyorum.
Tam tersine, umudu seven biriyim. Hayalleri de severdim, yine severim.
Sadece düşünme biçimimizi, tahayyül parametrelerimizi, hayatın ve tarihin kendi hayatımız ve ömrümüzden çok başka bir şey olduğunu hatırlamaya çalışıyorum.
İnsanın felsefeye ihtiyacı var her zaman.
Ve öyle kendini bulmak, anlamak, hayatın manasını kavramak için değil.
Hiç değişmeyecek bir şekilde, dünyayı değiştirebilmek, bunu hayal edebilmek, bu hayalden vaz geçmemek, bu devinim içinde, hakiki, tutkulu ama mülkiyetçilikten uzak aşkta olduğu gibi, kendini de dönüştürebilmek için!
Ne için özgürlük istediğinizi tam bilmeden özgür olamıyorsunuz.
Ancak parça parça, “bir şeyi engellenmeden yapabilmek” veya “yapma imkanı bulabilmek” olarak tanımladığımız, birbirinden kopuk özgürlükler peş peşe sıralanıyor.
Hakim ekonomik-kültürel-zihinsel-dinsel-siyasi sistemler ise, ister demokratik görünümlü ister ona da düşman yazılan otoriter mühimmatlı olsun, özgürlüğün manasını çoktan tahrip, tahrif ve tağşiş ettiler.
Manasını eritirken, tarifini yedirip yutturdular. Bireyselliğe övgü düzenekleriyle de özgürlüğü tatmin ve hoşnutluk seviyesine, hatta kendinden tatmin ve kendinden hoşnutluk kafesine de tıkıverdiler!
Bilmem bunlar seni tatmin ediyor mu Özgür?
Bilmiyorum siz hiç, “Mermere sıkışmış bir melek görüp onu özgürleştirinceye kadar mermeri oydunuz” mu?
Michelangelo, dümdüz, kaskatı mermer içinde o meleği hayal etmişti…
O hayaliyle, aşkla ve tutkuyla o mermeri oyarak, o meleğe ulaştı.
Bir hayalin peşinde mermer yumuşadı, değişti. Kendisi de taşla birlikte dönüştü. Katı olan her şey buharlaşırken işte, bir melek ortaya çıktı!
Meleği görmeyince, mermer mermer kalıyor.