Geçtiğimiz haftalarda bulunduğum yerde badem ağaçları çiçeğe durdular. Bir hafta, on gün kadar mayıs görünümlü şubat günleri yaşadık. Yalancı bahar gözlerimizi bürüdü. Hava 16-17 dereceleri gördü. Sonra haber kaynakları çılgınca kara kış geliyor uyarısı yaptılar. Herkeste bir panik havası. Halbuki şubat ayında kara kış kadar doğal ve normal ne olabilir ki? Esas geçen haftaki yalancı bahar bir haber değeri taşımalıydı, elbette panik duygusunu da… Çünkü 'şimdi ve burada’ya uygun olan bahar değil, kış. Terlemek değil üşümek. Badem ağaçlarının çiçekleri dondu maalesef. Güneşe gücendiler, yorgun düştüler.
Bundan birkaç yıl önceydi dünyanın tepelerinden birine seyahate çıkmıştım. O seyahatin duraklarından olan bir dağ köyünde dört gece geçirmiştim. Sanki geceyi ilk kez yaşıyor gibiydim. Ürktüğümü hatırlıyorum yıldızların parlaklığından, gecenin o yutan sessizliğinden… Ne zaman öğrenmiştim geceden korkmayı? Şehirde gece var mıydı? Şehirdeki geceyi nasıl ve neden saklıyorduk? Geceyle kopan bağımız bizi nasıl etkiliyordu? Bu sorular benle uzun yıllar yaşadı, ta ki tekrar geceyle karşılaşana kadar…
Bir süredir dünyaya bir adanın kıyısından bakıyorum. Unuttuğum birçok şeyle de yeniden karşılaşıyorum burada. Unuttuğum çoğu şey doğaya ait olanlar, geceye, aya, mevsimlere, kadim döngülere… Burada bir kez daha emin oluyorum ki şehirde gece yok ve geceyle beraber birçok şey de… Bedenimizdeki melatonin salınımı, bitki solunumu, gece açan çiçeklerin sadece gece tozlanması gece vakti gerçekleşen şeyler arasında ilk aklıma gelenler.. Gecenin inkarında yaşamak demek, öncelikle bedenimizi ışık ve ısı dengesizliğiyle kuşatmak demek dolayısıyla bundan direkt hormonlarımızın, metabolizmamızın etkilenmesi demek. İnsan dışındaki dünyayla nasılsa kendi içindeki dünyayla da öyle ilişkileniyor. İkisi birbiriyle öyle bağlantılı ve bütün ki… İç-dış ayrımı yapmak bile yersiz. Geceyi bu denli yok etmeye, onu alabildiğine ışıklandırmaya çalışan bir dünya düzeninde kendi gecemizi de, karanlığımızı da görmezden gelmek kadar doğal ne olabilir? Mutluluk fetişizmi, başarı odaklı yaşamlar, haz odaklı ilişkiler, hep eğlenelim, hep gülelim, hiç zorluk yaşamayalım hali, çağımızın özeti. Şubat ayında kara kıştan korkan bir insan kitlesi, başka nelerden korkmaz ki? Üzücü bir durum olduğunda üzülmekten, acı verici bir durum yaşandığında acı çekmekten de korkar. Kendisi gibi olmaktan da… Kendisi gibi olan şeylerden ne zaman bu kadar uzaklaştık? Kışı, geceyi, kendimizi olduğu gibi kabullenmekten… Birbirimizi parçalar halinde algılamaya alışalı epey zaman oldu. Bazılarımız için ötekiyle ilişki, Instagram fotoğraflarından, orada nasıl göründüğümüzden ibaret. Yani hep iyi, hep güzel, hep mutlu, hep üretken görünen tarafımızla, hep öyle gördüğümüz ötekiler… Buna alışık bünyeler doğayı da elbet parçalara ayırıyor… Hep yaz olsun, hep bahar, hep gün ışığı… Parça pinçik imajlar topluluğuyla, gerçek görünümlü sahteliklerle ömür geçiriyoruz. Artık -mış gibi bile yapmıyoruz. Zira -mış gibilik referansını bir gerçeklikten alır, o gerçekliği unutalı epey zaman oldu.
Babaannem bir süredir yoğun bakımda… Şehirdeki hastanelerden birinde floresan lambaların altında yaşamla vedalaşma sürecinde. Kolay olmasa gerek yaşamı bırakmak, ölümün kucağına yerleşmek, o da çok zorlanıyor, biliyorum. Artık hiçbir şeyin yapılamayacağı o son evrede. Her an telefonum çalabilir ve bana kötü haberi her an ulaştırabilirler. Mevcut pandemi durumlarından dolayı da hiç birimiz hastanede, onun yanında olamıyoruz. Her ölüm döşeği yalnız fakat bu günlerde kuşkusuz daha da yalnız. O bu durumdayken zihnimde sürekli tekrarlayan bir düşünce var. Niçin son günlerini evinde, sevdiklerinin yanında, evinin ışığı altında geçir(e)miyor? Sistem buna niçin müsaade etmiyor? Hastanede yaşamı birkaç gün uzatılıyor belki ama bir insanın ölümü yaşamdan niçin bu kadar ayrı tutuluyor? Ölüm, “steril”, yabancı bir ortamda mı gerçekleşmeli illa ki?
Kış, gece, ölüm bunlar hep birbirini imleyen ve bütünden dışladığımız lanetli parçacıklar gibi çağımızda… Kışı yaşamadan baharın, geceyi yaşamadan gündüzün, ölümle barışmadan hayatın nasıl bir anlamı kalıyor? Hiçbir şey kendisi gibi yaşanmıyor artık. Kendisi gibi yaşanmayan bu kadar çok şey varken, hayatı gerçek manasıyla yaşamak, onu hissetmek ne kadar mümkün?