Yüzleşme pratiği güçlü olan bir toplumun üyeleri değiliz
maalesef. Bu yüzden birçoğumuz kişisel hayat alanlarımızda da
sıkıntı yaratan birçok meseleyi doğru biçimde ele alamıyor ve
kendimize yalan söylüyoruz. Oysa unutmamak lazım; sonunda herkes
çekilir, gecenin kuytu bir köşesinde hayatımız ve biz baş başa
kalırız. O vakitte de kendine yalan söylemek epeyce güçtür. “Şu
kişi öyle yapmasaydı, bu böyle demeseydi, ötekiler şöyle
bakmasaydı... bütün bunlar olmazdı.” Buyur anlat bakalım gecenin
külahına, anlatabilirsen...
Kendimize yalan söylemeye fazlasıyla alışmışız. Bizi hep haklı
çıkarma derdinde olan yalanlar bunlar. Kaçırdığımız trenler
bakımından, olsa olsa çakıl taşı büyüklüğünde bir engel yaratmış
olan her şeyi, devasa bir kaya gibi gösteren yalanlar. Mutlu olmak
için de uydurmuyoruz bunları. Hepsini ve sadece “haklı çıkmak” için
uyduruyoruz. Bari azıcık mutlu olabilsek bunlarla da birbirimizin
canını yemesek. Ama nerede... Zaten mutlu olabilsek bu kadar haklı
çıkmaya da ihtiyaç duymayacağız. Fasit bir yalan dairesine
yerleşmiş, karanlık bir yere doğru usulca yuvarlanıyoruz.
Mutlu olmak isteyen de kimmiş ayrıca? Eskiden mutluluk mu vardı?
Bunların hepsi mutluluk lobisinin uydurması. Geçenlerde bir
taksici, memlekette iyi, doğru ve de güzel giden hiçbir şey
olmadığını, hayatın pek çalışmadığım konularından örneklerle
güzelcene anlattı bana. Fakat sonra, “Hocam bakma, AKP AKP diyor
herkes ama AKP’lilerin aklı bu kadarına ermez, bunlar hep
Amariğa’nın, İsrail’in işleri!” diyerek bağladı sözü. Olan biteni
şaşırtıcı bir ustalıkla derleyip toplamıştı ama sonra sert bir şut
eşliğinde hesap filan soramayacağı bir uzaklığa fırlatıvermişti.
Ben indikten sonra da tespitlerinin haklılığından kafa bin beş yüz,
gaza basıp gitti.
Çoğunluk böyleyiz biz. Haklı olmayı ya da haklı çıkmayı hemen
her şeyin üzerinde tutuyoruz. Böyle olunca da herhangi bir meseleyi
açıklarken olgusal hakikate hiç değilse birazcık olsun yaklaşma
çabamız beyhudeleşiyor. Kısacası kendimizi kandırma
kapasitelerimizin toplamından bir toplum oluşturuyoruz. Kendimizi
çok sıkı kandırabiliyor, kendi ayağımıza çelme takabiliyor,
mutluluğumuzu kafa üstü yere çaktırabiliyoruz. Yine de maşallahımız
var; yedi düvele karşı, ne yapıp edip bizi haklı çıkaran cazgır bir
mantık silsilesini katiyen elden bırakmıyoruz...
Oysa doğrulanmaya ihtiyaç duyduğumuz kadar hakikatlerle
yüzleşmeye de ihtiyaç duyuyor olsaydık kişisel hayatlarımızda her
şey bambaşka olabilirdi. Toplumsal hayat için de böyledir. Bambaşka
bir dünyada yaşıyor olabilirdik.
Ama böyle olmuyor. Bu yüzden de, kabalığın, nobranlığın, akıl
kaçırtıcı politik ikiyüzlülüğün ve çarpıtmaların, zehirlenmelerin,
tecavüzlerin, çocuk istismarının, kadın katlinin, cezasızlıkların
son bulduğu bir sabaha uyanma umuduna sırtımızı dönüp uyumak
zorunda kalıyoruz her gece.
İnsanların birçoğu bizzat kendi hakikatine gözlerini kapamayı,
ret ve inkar etmeyi seçtiği için başkalarının hakikatine ve
toplumsal meselelere haydi haydi duyarsız kalıyor. Herkes hakikatin
peşinden koşmuyor kısacası. Bu çok açık. Çoğu kişi kendi dışındaki
olayların hakikatini bir dedikodu malzemesi olarak kullanışlı
olmadığı sürece gündemine bile almıyor.
Geçtiğimiz hafta Dokuz Eylül Üniversitesi’ndeki görevinden açığa
alınan 12 barış akademisyeninden biri olan Cem Terzi, açığa
almalarla ilişkili düşüncelerini açıklarken, düşünmemiz gereken çok
önemli bir şey söyledi. Hakikate duyarsız olmakla zalim olmak
arasındaki ilişkiyi sade ve güçlü cümlelerle açıkladı. Şöyle
diyordu Cem Terzi: “Hakikate değer vermemekle ve hakikatin peşinden
koşmamakla zalimleşmek arasında çok derin bir ilişki var. Hakikatin
hükmüne zalimlerin dünyasında yer yoktur. Bilim insanlarının da,
vatandaşların da aslında hakikat ile ilişkisi aynıdır: Ya
sorumluluk duyar gereğini yapar ya da inkar edersiniz… İnkar
ettikçe kötülükten yana olursunuz. Nihayet kötü ve zalim
olursunuz.”
Hakikatin peşinde koşmanın ödüllendirilmediğini ve hatta bu
çabanın er ya da geç bedelinin ödetileceğini bildiği halde
vazgeçmeyenler iyi ki var. Her şeye rağmen şu dünyada zulmün
zincirinin kırıldığı ve insanlığın düşük yıldızının parladığı anlar
onlar sayesinde mümkün oluyor.
Kendini ve başkalarını kandırmanın esas olduğu bir dünyada, yine
de değişmeyen gerçek, hakikatlerin sonsuza dek istismar
edilemeyeceği gerçeğidir. Hiçbir şey, zulmün ve kötülüğün hiçbir
biçimi, hakikatin üzerini örten perdeyi parçalayıp atmak
isteyenleri durdurmamış bugüne dek. Bundan sonra da böyle olacağına
kuşku yok. Tarihe zalimlerin safında geçmeyi reddedenler her zaman
oldu ve her zaman olacak.
“İnsanlık onuru” diye bir şey var; kızgın ateşlere atılmaktan,
giyotinden, vahşi hayvanlara yem yapılmaktan geçerek getirilmiş
bugünlere...