1968 dalgası dünyayı kasıp kavurmadan on yıl önce, 50’lerin
muhafazakâr ABD’sinde kısa saçları, uçuşan etekleri ve kafasına
göre tavırlarıyla dikkat çeken Jean Seberg sinema dünyasının özel
isimlerinden birisi olarak tarihe geçeceğinin işaretlerini
veriyordu. Özel hayatındaki çalkantılardan oyuncu olarak yaptığı
tercihlere, politik yöneliminden genç yaştaki şüpheli ölümüne kadar
birçok konu başlığı var onu ilgi çekici kılan.
Sinemaseverlerin büyük kısmı “Serseri Âşıklar”ın (À Bout de
Souffle, 1960) Patricia Franchini’si olarak hatırlıyor onu ama Otto
Preminger’in 18 bin aday arasından seçtiği 1957 tarihli “Saint
Joan” filminde Jeanne d’Arc’ı canlandıran Seberg pek de iyi bir
başlangıç yapamamıştı. Hem kendisi hem film çok eleştirildi. Ama
“Serseri Âşıklar” ile birlikte dünya çapında tanınan bir oyuncu
haline geldi.
Öte yandan Orta Batı Amerika’dan çıkmış bir kasaba kızı olarak
ikonik değeri vardı. Bu hafta vizyona giren Benedict Andrews imzalı
“Seberg” filminin bir noktasında menajerinin dediği gibi: “Bir
milyon Amerikalı, sana baktığında bir kaçış yolu görüyor. Orta
Batı'dan çıkma, Amerika'nın gözbebeği o kızı istiyorlar.”
“Karatavuk” (Una, 2016) ile tanıdığımız Benedict Andrews’un
ikinci uzun metrajı “Seberg”in senaryosunda “Frankie and Alice”,
“Race”, “The Aftermath” filmlerini yazan Joe Shrapnel ve Anna
Waterhouse ikilisinin imzası var. “Seberg”, ruhunda ne kadar
olduğunu bilemesek de bedeninde yaralar açan “Saint Joan”
filmindeki kaza sahnesiyle merhaba diyor. Bu filmdeki yakılma
sahnesinde vücudunun bir kısmı yanan Seberg’in 68 yılındaki
hayatına geçiyoruz sonra. Seberg, Hollywood’tan gelen bir teklifi
değerlendirmek üzere o dönem evli olduğu ünlü yazar Romain Gary’yi
ve çocuğunu bırakarak ABD’ye dönüyor. Dönüş uçağında dönemin önemli
siyahi aktivisti Hakim Jamal ile tanışıyor ve Kara Panterler
hareketi ile ilişkiye geçiyor. Bu durum da onu FBI’ın hedefi haline
getiriyor.
Film bundan sonra ağırlıklı olarak Seberg’in Jamal ile ilişkisi,
FBI adına onu takip eden Jack’in gördükleri ve ünlü oyuncunun
kariyerinin aşağıya doğru yuvarlanmasına ele alıyor. Tabii
üzerindeki FBI baskısı arttıkça, ev dinlemelerinden yalan haber
servisine kadar kirli taktikler ortaya saçıldıkça ruh hali giderek
bozulan bir kadınla karşı karşıya kalıyoruz.
Açıkça söylemek gerekirse “Alacakaranlık” serisinden sonra (ki
ben bu seriyi de iyi bulurum) kendisine çok iyi bir kariyer çizmeyi
başaran Kristen Stewart dışında filmde iyi olan bir şey var mı
söylemek zor. Belki yeni başlayanlar için FBI gibi bir başlık
altında film anlam kazanabilir ya da Seberg’i hiç bilmeyenler için
giriş mahiyetinde bir yapım olarak kayıtlara geçebilir. Ancak bir
film olarak hem birçok şeyi eksik bırakıyor hem de merkezine aldığı
hikayeyi yani Seberg’i çok edilgen göstermekten geri kalmıyor.
Film bu haliyle ne yaptığını bilmeyen, biraz macera arayan,
kafası karışık zengin kadın gibi temsil ediyor neredeyse Seberg’i.
Hangi motivasyonlarla, nasıl bir politik duruşla başta Kara
Panterler olmak üzere dönemin siyah hareketine destek verdiğini bir
türlü anlayamayınca böyle düşünmek kaçınılmaz oluyor çünkü. Buna
bir de FBI’ın da onu kullanışlı birisi olarak görmesi (sorun FBI’ın
görmesinde değil, filmin de öyle vermesinde biraz) eklenince
karakter bir türlü ete kemiğe bürünemiyor.
Kara Panterler, menajerler, FBI ve ailesi arasında parçalanmış,
oradan oraya sürüklenen bir kadın kalıyor geriye. Politik
kararlılıklarında da, basit endişelerinde de, paranoyakça
korkularında da temel motivasyonunun ne olduğunu bir türlü
anlayamıyoruz. Seberg’in “savurup duran” bir karakter olarak
resmedilmesi tercih olabilir kuşkusuz ama filmin amacı bu da değil.
Çünkü filmin yaratıcıları FBI dâhil hiç kimseye böyle bir
sorumluluğu yüklemek istemiyor. Örneğini sıkça gördüğümüz “görevine
ilgi duyan ajan” teması burada da yürürlüğe giriyor ve Jack,
Seberg’in hayatının altüst olmasına razı gelmemeye başlıyor bir
süre sonra.
Filmin kusurlarından birisi de dönemin Amerika’sının, Kara
Panterler hareketinin ve 68 Mayıs’ı atmosferinin seyirciler
tarafından bilindiği kabulü. Ki böyle bir kabul olsa bile filmin
içinde politik atmosferi görmek mümkün olmuyor. “Siyahları
silahlanmaya iten şey, gençleri sokaklara döken şey nedir. Seberg
sırf uçakta görüp ilgisini çekti diye mi gidip onlara destek
vermektedir, başka bir motivasyonu yok mudur” gibi sorular havada
asılı kalıyor film boyunca.
Seberg, eşi Romain Gary’nin tanımladığı gibi tek derdi vicdanını
temizlemek olan liberal bir kampanyacı mıdır, Kara Panterler’in
parası için kullandığı saf zengin kız mıdır yoksa FBI’ın gördüğü
gibi kullanışlı bir araç mıdır? Film bu soruların hiçbirine cevap
vermediği gibi, başka bir anlatı da inşa etmiyor.
Menajerinin “Orta Batı'dan çıkma, Amerika'nın gözbebeği o kızı
istiyorlar” sözlerine Seberg’in verdiği “Ben hayatım boyunca o
kızdan kaçtım” sözleri filmden elimizde kalan tek iyi şey belki
de.
SEBERG
YÖNETMEN: Benedict Andrews
OYUNCULAR: Kristen Stewart, Jack O'Connell,
Yvan Attal, Margaret Qualley, Vince Vaughn
YAPIM: 2019 ABD
SÜRE: 102 dk.