Kendinden lider yontan adam: Kılıçdaroğlu

Hakiki bir sadelik. Ve güçle zehirlenmemiş bir mütevazılık. Ve bu imaj ile ortalama yurttaş özdeşlik kurabileceği bir lider bulmuş oluyor kendine: Bay Kemal.

Abone ol

Murat Utkucu 

Bu hikâyeleri sinemada izlerdik hep: Biri çıkar, en hafif deyimle kendisini hâkir gören bir toplumda önyargıları yıkarak adım adım ilerler, aşağılandığında ses etmez, kötü muameleyi sineye çekip sabreder, inat eder, sebat eder, didinir, gayret eder ve nihayetinde amacına ulaşırken aynı anda o hor gören cemiyetin saygısını da kazanır. Hollywood sineması bu senaryoların ekmeğini çok yedi bugüne kadar ve Amerikan mucizesini de buradan parlattı. Lakin anlatılanlar gerçekti. Bir siyahın pilot ya da başkan; bir kadının NASA’da bilim insanı olması vesaire.

Kılıçdaroğlu’nun Bay Kemal’e dönüşümü, işte böyle bir başarı hikâyesi. Bir kaset skandalı ile partisinin başına geçen ve sabık başkanın gölgesinde bir tür emanetçi sıfatıyla silik bir portre çizeceğine kesin gözüyle bakılan Kılıçdaroğlu, ensesine vurulup lokması alınacak bir “fukara” olmadığını yıllar içinde kanıtlayacak, üstelik mazlum kimliğine halel getirmeden başaracaktı bunu.  Önce bin bir çeşit çıkar ve siyasetin çatıştığı bin yamalı bohça görüntüsündeki CHP’nin su başlarını tutmuş güçlü adamlarını temizledi.  O “adamlar” ki “iplerin” ellerinde olduğundan hiç şüphe etmediler. Yanıldıklarını anladıklarında ise artık çok geçti. Baykal’ın o polis devletini kutsayan, Şeyh Edebali’ye sol libaslar giydiren, geleceğe dair topluma hiçbir somut vaat sunmayan, “Ancient Regime”in vulgar milliyetçi-popülist ideolojisinden adım adım uzaklaştırdı partiyi ve Erdoğan Rejimini yıkabilmek için net bir planla ortaya çıktı: Gezi Ruhu’nu parlamentoya taşımak.

Erdoğan karşıtlığının birleştiren enerjisi Gezi’yi ateşlemişti. Türkiye tarihinde ilk kez bu kadar yaygın sivil ve silahsız bir halk hareketi yaşanıyordu. RTE, öyle bir devlet inşa etmişti ki henüz 2013 yazında aldığı nefes için bile hesap vermesi gereken onlarca milyon muhalif vardı ülkede. Muhalif olmak için sadece istediği gibi -siyasal İslamın sınırları dışında, en geniş anlamıyla seküler- bir hayat yaşama talebi yetiyordu artık. Ve tam da bu nedenle Erdoğan despotizmi ve Saray Plütokrasisi bir tür japon yapıştırıcısıydı muhalefetin. Zaman içinde iktidarla ters düşen, Saray siyasetine mesafeli duran sayıca az İslami cemaat ve siyasetler de muhalefet cephesine eklenecekti. Kemalisti, ülkücüsü, devrimcisi, Alevi’si, Kürdü, seküleri, İslamcısı… Bu kadar “benzemezin” bir araya gelebilmesi mucize gibi görünse de mümkündü. Ancak imkânın hakikat olması, siyasal maharet gerektirir. Bu kadar farklı dünya görüşünün ortak bir hedefte temerküz etmesi diplomatik ustalık gerektirir. Anlaşılan o ki maharet de ustalık da Kılıçdaroğlu’nda vardı. Seçimleri almayı neredeyse garanti eden muhalif blokun varlığından anlıyoruz bunu. Alevi-Dersimli kimliğiyle ancak bir “klan partisi” başkanlığına layık görülen, ebedi muhalefet lideri etiketiyle aşağılanan biri, ülke sosyolojisi diye dayatılan o külliyatı alt etmekle kalmadı aynı zamanda o sosyolojinin değişmiş olduğuna dair değerli bir bilgiyi de sunmuş oldu akademiye!

Başlangıçta isyancı ruh değildi talep edilen. Hatta söylem düzeyinde bile Erdoğan’ın salvolarına karşı mahcup itirazlar, çekingen beyanatlar ile kendi dediğine inanmayan bir muhalefet görüntüsü veriliyor, neredeyse Erdoğan’ı haklı çıkaran savunma hattından bir türlü çıkılamıyordu.  “Eski Rejim”in kadro ve jargonu güçlü muhalefet önünde engeldi. Çünkü “Devlet Partisi” kimliğiyle, Erdoğan’ın yaptığı ne varsa devlet adına sahipleniyordu “Kurucu Parti”.[1] AKP’nin otoriter ve özgürlük düşmanı siyasetine karşı net bir karşı duruş sergilemek bu şekilde mümkün olamazdı. AKP’yi zirveye taşıyan “Devlet, millet için var!” söylemiydi. Sağ kanat CHP içinse millet, devletin bir aracıydı neredeyse.[2]

“Kılıçdaroğlu, kadrosuyla birlikte neyi başardı?” sorusuna verilecek  en iyi cevap belki de şudur:  CHP’yi “Kurucu Parti” olmanın ötesine taşıyarak demokratik sisteme içkin kitle partisi yani millet partisi haline getirmek; Devletin millete rağmen dokunulmaz kimliğini savunmak yerine “millet” adına –sınıfsal çelişkiler, sermaye ve emek çatışması iktisadi politikaların sınıfsal niteliğini örten ideolojik diskur olarak millet-  devleti yönetmek ve Siyasal İslamın diline pelesenk olup değersizleşmiş “hizmet” kavramı yerine yurttaş iradesini temsil etmek için yola çıkmak.

Vizyon harika olabilir. Parti programı muhteşem, hedefler rasyonel olabilir. Lakin bir parti için programdan da önemli iki unsur var. 1. Samimiyet: Halkı yapacaklarınız hususunda samimiyetinize ikna etmek. 2. Ehliyet: Halkı yapacaklarınızı sahiden yapabileceğiniz hususunda ikna etmek. Yani inanıyor musunuz? İçten bir duyguyla sahiplenecek misiniz? Ve yeterli misiniz? Liyakatiniz var mı? Kılıçdaroğlu ve ekibi son sekiz yılda adım adım inşa edilen siyasi eylem hattı ile bunu başardı. CHP’nin tek başına iktidara gelmesinden öte Erdoğan otokratizmi karşısında bu kadar farklı görüşün bir arada yol alabilmesi ve nihayetinde Akşener’in tüm o züccaciye dükkanına girmiş fil edasına rağmen Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı ile toplum nezdinde meşruiyetini ilan etmesi tam da bu ikna halinin gerçekleşmesine dayanıyor.

Kolay olmadı. Devlet Partisi Başkanı’nın tek başına yollara düşerek adalet yürüyüşüne kalkışması, genlerinde otokratizm gizli devlet aklı için rahatsız edici olmalı. Halkın demokratik hakları için sokağa inmesi Cumhuriyet’in hep korkulu rüyası oldu. Meclis’e ayar vererek Meclis’ten halkı yönetmek bunu yaparken demokrasiyi sandığa endekslemek ülke yönetmek için harika bir yöntem çünkü. Adalet Yürüyüşü tehlikeli bir kapıyı açıyordu. Tıpkı Birand’ın 12 Eylül kitabında darbe kararını netleştirdi dediği Ecevit’in sözleri gibi: “Demokrasi seyircilerin maç izlediği bir futbol maçı değildir. Tribünler sahaya inip maçı oynarsa ancak, demokrasi var olur.” Sivil itaatsizlik eylemi olarak başlayan Adalet Yürüyüşü, Kılıçdaroğlu’nun yıldızını parlatacak, skandal ile partisinin başına gelmiş emanetçi lider ilk kez halk nezdinde gerçek bir lider olarak zihinlere kazınmaya başlayacaktı. Şu da not edilmeli lakin: O güne kadar parti içinde yaptıkları olmasaydı belki bu yürüyüş de gerçekleşmeyecekti.

Burada Kılıçdaroğlu yakın tarihini yazmak değil amaç. Lakin 2019 Yerel Seçimlerindeki büyük başarıdan sonra Kılıçdaroğlu siyaset yapma tarzını değiştirdi ve el yükseltti. Artık isyancı bir ruh partinin tepesine egemendi. Devlete halel gelmesin diye yumuşak bir dil tutturulmuyor aksine gittikçe artan şiddette kurumlar hedef alınıyordu. Sonuçta tüm bu ataklar meyvesini veriyor ve artık ilk kez gündem belirleyen bir CHP, gündeme adını yazdıran bir CHP lideri vardı: Kılıçdaroğlu. İkibinli yıllarda Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’nun AKP tarafından demokratikleştirilmesine itiraz eden CHP gitmiş, yerine eylemcilere işkence eden polis şeflerine isim vererek had bildiren ve bedelini ödeteceğini söyleyen bir CHP lideri gelmişti. SPK TÜİK Merkez Bankası gibi ülkenin kritik kurumlarının önünde bitip işlerini dürüstçe yapması hususunda uyaran bir lider. Kendisini tehdit eden paramiliter şirketin kapısına dayanan bir lider. Tüm bunların halk nezdindeki karşılığı ise gözünü budaktan esirgemeyen lider imajı olacaktı. İmaj, ancak inandırıcılıkla anlam kazanır. Kılıçdaroğlu, bu inancı vermeyi başardı. Farkı buradaydı. 

Kılıçdaroğlu, kendinden lider yonttu. Uzun bir yoldu onunki. Lakin herkesin gözü önünde ve o “herkesin” şüphesine rağmen bunu yapabildi.  Sosyalist vekil Ahmet Şık bile şüphe etmişti. Akşener kazanamayacak diye “tutturmuş” ve masayı yıkıp geçmişti. Şimdi ise Kılıçdaroğlu’nun doğru aday olduğundan kimsenin şüphesi yok. Seçileceğinden ve bu işin -güçlendirilmiş parlamentarizm- üstesinden geleceğinden kimse şüphe etmiyor. Liderlik vasfını haiz olduğunu sanki ezelden beri herkes biliyor. İşte bu algıyı emek emek inşa eden bizzat Kılıçdaroğlu ve ekibi. Sahiden müthiş bir başarı hikâyesi. Türkiye'nin o dillere pelesenk "bekası" için bir nevi kurtuluş hikâyesi. Halk için nihayet rahat bir soluğu umut edebilme hikâyesi.

Erdoğan ile mukayese edilirken Kılıçdaroğlu’nun karizmatik olduğuna vurgu yapılabiliyor. Karizma, kişiliğe içkin insanları etkileme kudreti olarak tanımlanıyor. Etki altına alma, çekimine kapılma vesaire. Kılıçdaroğlu evet karizmatik bir lider. Lakin tıpkı liderliği gibi zaman içinde “praksis” ile açığa çıkan bir özellik bu. Karizmasının iki ayağı var: 1. Proje üretme ve projesine insanları ikna edebilme kapasitesi. Projeyi gerçekleştirme inat ve kararlılığı 2. Şaşırtıcı gelecek ama fukara hali.

Yani bir yanda bu kadar güçlü bir otokrasiyi alt edebilmek için farklı siyasi grupları bir araya getirebilecek ve bu “bir aradalığı” sürdürebilecek siyasal aklı ve bu noktada iktidarı en çok kendisinin hak ettiğine dair eylemiyle yarattığı imaj; öte yanda bu kadar güce sahip bir siyasal figürün aynı zamanda fukara hali ile uyumu. Yani hakiki bir sadelik. Ve güçle zehirlenmemiş bir mütevazılık. Bu sadeliğin lider üzerinde sırıtmaması ve aynı anda hem mazlum hem muktedir hem fakir hem gücün merkezinde bulunabilme ayrıcalığı. Ve bunu rahatça yaşayabilmesi. Karizma işte burada saklı. Ve bu imaj ile ortalama yurttaş özdeşlik kurabileceği bir lider bulmuş oluyor kendine: Bay Kemal.

Erdoğan'ın Kasımpaşalı halk adamı imajı; yerini, şu anda kimsenin hakkını yemeyecek dürüst kararlı ve sahiden fukara görünümlü bir adama bırakıyor.  Erdoğan zenginliği ve despotik tutumu ile artık geçmişte kalanı temsil ediyor. Kılıçdaroğlu ise yükseliyor.[3] 

NOTLAR: 

[1] Dış politikada saldırgan militarist siyasetin desteklenmesi, Kürt Meselesi’nde sınır ötesine yönelik imha politikası. HDP vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik verilen destek.

[2] İmamoğlu’nun Belediye Başkanı seçilmesinden sonra ilk kez Eylül 2019’da Saray’a davet edilmesi sırasında kırık sandalye vakası yaşanmış ve İmamoğlu kendisine ayrılan sandalyeden düşmüştü. O günlerde Beyoğlu’nda eczacılık yapan belediye meclis üyesi bir CHP’li’ye “Neden davete icabet etti?” dediğimde: “Tabii ki gidecekti. Devlete saygı CHP’de esastır.” diye yanıtlamıştı. Oysa devlet mekanizmasının reorganizasyonu çoktan tamamlanmış “devlet” elden çıkmıştı. Ancak bu CHP’li halâ eski rejimin aklıyla düşünüyor ve devletin mülkiyetini kendisinde görüyordu. Seçimlere saygı duymayan Sarayı protesto akla gelmiyordu. Çünkü milletin önceliği bu söylemde yoktu. Kılıçdaroğlu bu politikayı diskur olmaktan çıkaracaktı.

[3] CHP devlet partisi niteliğinden vazgeçerek yeni bir konsept ile yol almakla birlikte Kürt Meselesi’nde halâ eski rejim reflekslerinden kurtulamamış görünüyor. O kadar ağzının içinden konuşuyor ki parti tam olarak neyin nasıl yapılacağı bilinmiyor. Bu Kılıçdaroğlu ve ekibinin büyük sınavı olacak gibi görünüyor. Başarırsa Erdoğan’ın yapamadığını yapacak ve adını Türkiye’nin tarihine barış getiren lider olarak yazdıracak.