“Ama biz senden kadınlar ve kurmaca yazın konusunda konuşmanı istemiştik, bunun insanın kendine ait bir odası olmasıyla ne ilgisi var, diyebilirsiniz. Açıklamaya çalışacağım. Benden kadınlar ve kurmaca yazın konusunda konuşmamı istediğinizde, nehir kıyısına oturup bu sözcüklerin ne anlama gelebileceklerini düşünmeye başladım.”
Elbette niyetim, feminist hareketin başucu kitaplarından birisi, üstelik kadın ve yazı arasındaki mesafenin nasıl da bir (toplumsal) cinsiyet meselesi olduğunu anlatan bir kitap üzerinden bir tür erbilmişlik yapmak değil.
Aslında, bir önceki yazımda yaptığım gaslighting tartışmasını sürdürmek istiyorum. Manipülasyona uğramak üzerinden kolonize edilmek, gaslighting hikayesinde olduğu gibi temelde kadınsı bir sahadır, belki bu yüzden Virginia Woolf’un odasına bakmak istedim.
Tabii başka meseleler de var.
Geride bıraktığımız özellikle son bir yıllık sürecin sonunda, Millet İttifakı’na verdiğimiz kefaletin, kefaretini ödüyoruz. Napolyon’un dediği gibi, zaferin binlerce anası-babası olacaktı ama yenilgi hem öksüz, hem yetim; zira Kılıçdaroğlu yenilgiyi, Akşener yenilginin müsebbibi olmayı kabul etmiyor, İttifakın dört küçüğü de, bir kenarda sessizce yoğurt yemeye devam ediyor.
Sistem muhalefeti ile bu kadar iç içe geçmenin sonucunda, İttifak yenilince Emek ve Özgürlük İttifakı da yenilmiş sayıldı; ama mesele şu ki kefalet bizde olduğu için kefareti de rejimin ne kendisi ne de muhalefeti ile pazarlığa girmemiş olan sosyalistler ödüyor. Borç, kefalet, haciz, evsizlik… Erkekler dünyasının itişmeleri, işbilmezlikleri arasında kadınların başına patlayan durumlar... O yüzden şu anda hepimiz Woolf’un kolonize edilmiş dünyasındayız ve kendine ait bir odaya ihtiyacımız var.
…
14 Mayıs seçimlerindeki büyük hezimetin ardından muhalefetin aslında kaybetme ihtimali üzerinden bir plan yapmadığı ortaya çıkmış ve aradaki 14 günlük süreyi, Ümit Özdağ’a koltuk vererek ve Babala TV’ye çıkmak suretiyle devletin derin ruhlarını defansa çağırmak için değerlendirmişti. 28 Mayıs’ta Tayyip Erdoğan yeniden başkan seçilince, yalnızca muhalefetin değil, genel olarak sosyalistlerin de Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesi dışında bir ihtimal hesaplamadıkları ortaya çıktı.
Tayyip Erdoğan yenilecek, Kılıçdaroğlu ile bir süre cicim ayları olacak, sonrasında zaten müesses nizam ile anlaşmaya hazır Kılıçdaroğlu ile sosyalistlerin arasındaki makas giderek açılıp, düşmanlığa dönüşecekti. Bunların hiç birisi olmadı, statüko devam ediyor ve bu statüko içerisinde, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun sağcılaşması giderek derinleşiyor.
Zira Kılıçdaroğlu bir yandan kendi koltuğunu korumak için, diğer yandan da Belediye seçimleri başta olmak üzere sonraki seçimleri, kendisini ve partisini daha da sağcılaştırarak çıkış yolu arıyor; ki Ümit Özdağ ile muhabbetinin ve verdiği sözlerin “derinliğini” ve bir Alperen Ocağı reisinin kendisine danışman olarak atanmasını başka türlü yorumlamak herhalde zor.
Ayrıca, Akbelen Direnişi esnasında, tatillerinden lütfedip gelen CHP heyeti, bizzat kendilerinin de 5’li çete olarak adlandırdıkları şirketlerden birisinin talanına karşı direnen halka yardımcı olmak şöyle dursun, parmak sallayıp, gözlerini belertip gittiler. Muharrem İnce, editlik pozlar kesti, Kılıçdaroğlu baskılara dayanamayarak, ilkokul müsameresinde resmi erkan kadar zuhur etti, Mahmut Tanal jandarma kovalama görüntüleri ile bir gün önceki hatasını sıvadı…
AKP iktidarının durduğu yer zaten belli, muhalefetin de artık sosyalistlere ev olmak şöyle dursun misafir hukuku üzerinden bile ilişki kurmayacağı ortada.
Yani “yalanmış hepsi yalan” demekten kendisini alamıyor insan.
….
Öncelikle, tüm bu seçim süreci boyunca rejime muhaliflerin, rejim muhalifleri olduğu net bir şekilde göründü, ya da İlker Cörüt’ün söylediğini tekrarlarsak, muhalefetin aslında başkanlık sisteminin Muhalefet Bakanlığı olduğu aşikar.
Seçim süreci boyunca, aşçısından amirine, belirli bir tempoda siyasi canlı bombaya dönüşen İYİP’liler; ATA ittifakının aslında bir “Ali Ata Bak” operasyonu olması ve hem Sinan Oğan’ın hem de Ümit Özdağ’ın aslında orta kalibreli celep-cambaz esnafı kadar bile memleket dertleri ile hemhal olmadıkları; İnce ile Kalın’ın arasındaki karşıtlığın aslında soyadlarındaki bir karşıtlıktan ibaret olduğu; Bolu Bey’inin ardına dizilmiş hangi müzayedede, hangi ihalede lego olsak diye bekleyen seküler Nazilerin anason kokusu kadar seküler, yabancı düşmanlığı kadar yurtsever oldukları görüldü…
Arka planda, hep pazarlık, hep ihale, hep müzayede. Vitrinde, hamaset.
Dahası, Meral Akşener’in CHP’ye atfen kodladığı “zukkum olsun size verdiğim emekler” performansının Kayı Boyunda “burada bize ekmek yok ağalar” şeklinde kod-açımlanması ve şu bir iki gün içinde, Kayı Boyu’nun ileri gelenlerinin "biz zaten sağcı, milliyetçi, mukaddesatçıyız; AKP-MHP ile siyaset yapmakta bir engel yok" diye sayıklamaya başlamaları...
…
Hülasa herkes tüyünü düzmüş, çorbasına bakmaya başlamış.
Elbette sosyalistler müstesna... Bütün bu seçim süreci boyunca, sosyalistler memleketin salahiyeti dışında hiçbir pazarlığın içinde olmadılar, zaten tam da bu yüzden bu yersiz-yurtsuzluk, bu kolonize edilmişlik hali, bu haczedilme hali.
En başa dönersek bu oda meselesine, Derida, Marks için "küçük bir kız çocuğu" der, ama herhangi bir kız değil; Marks, Derida’ya göre Kibritçi Kız masalının sonunu değiştirmeye çalışan bir kibritçi kızdır. Bu kız çocuğunun bir evi, bir odası yoktur, ama dünyayı tutuşturmaya muktedirdir.