Kitapta resim, Kars’ta kale şart. Kendini gizleyen kale. Nereden bakarsan uzakta, tuhaf. Sanki kartpostallarda poz versin diye icat edilmiş bir kale. Gölgeni yakalamaya çalışmak gayreti.
Çıldır’ın ötesinde sarı balık yapan bir yer var. Orada, buz tutmuş gölün eşiğinde, elektriğin güç bela ulaştığı ve sık sık kesildiği o içerlek restoran tedirgin ediyor insanı. Ya bu buzlar kırılırsa? Oysa artık gölün üzerinde değilsin ve içeride gürül gürül yanan odun sobası var. Ama geçmiyor tedirginlik, “şehirli kaygısı” mı yoksa? Ya dönemezsek, ya yollar kapanırsa, ya kar abartırsa. Ya buzlar kırılırsa? Kieślowski, meğer Kişlovski diye okunuyormuş. Kar, ekseri abartıyor. O besbelli.
Sokaklarından elektrik direklerini al, arabaları azaltıp biraz da eskit, ışıklı reklam panolarını yok et, başka da bir şey yapmana lüzum yok. Takvim otuz yıl geriye gitti. Bir faydası var mı diye de düşünme, otuz yıl geride olmak, hiç olmazsa seni çocuk ediverir. Belki sen de şu küçük çocuk gibi gömlekle dolaşabilirsin bu soğukta, böylece.
Kalkan üç uçak var, evvelki tehir edilmiş, sonraki iptal. Sizin bineceğiniz gözükaralıkla havalanıyor. Havalanana kadar Çıldır’daki tereddüt gene. Ya mahsur kalırsak, ya gidemezsek, ya dizimizin ağrısı hiç geçmezse? Sokaklarında daimi bir Rus mührü. Köşeden her an Kızılordu Korosu, Kalinka’yı icra ederek geçebilir. Mübalağa mı, evet. Biraz da mübalağalar şehri. Ani’nin aşağısından mübalağalı bir Arpaçay akıyor. Adı çay, kendi nehir. Mübalağa kelimesinin ortasından “bala” da çıkıyor üstelik. Manuçehr hangi kelimenin içinden çıkıyor?
Kaz kenti. Çatak’ı sadece Van’dan duymuşum, meğer Susuz’un da köylerinden biriymiş. Biri Van, biri Kars; ve Çatak ismi. Ne kadar da Türkçe bir yer. Susuz Türkçe ama, o kesin. Suyu olmayan manasına geliyor olmalı. “Bilasu”; 2004 Beykoz doğumlu bir kız çocuğunun adına benziyor. Nüfus memuru yanlış anlamış. Hirasu imiş asıl adı, meğer.
Kars’ta geçen bir romanın adının Kar olması, Boğaz’da geçen bir romanın adının Boğaz olmasına benziyor. Ama ikinci versiyonun seçenekleri daha zengin, Cevdet Bey ve Oğulları var sözgelimi. Romanda geçen yerel gazete ve yanındaki eski tip matbaa duruyor fakat sahipleri sıkılmış görünüyorlar alakadan: “Evet orası burası, buyur, ne vardı?” Cevabı zor. “Kurgu vardı” mı diyeceksin? “Ka vardı ama Kafka’nın yazdığı değil,” diyebilirsin. Camları buğulu dükkânlar kenti. Kahvehane de olsa buğulu, ayakkabıcı da. Soğuk, ceberut yüzlü bir insan donunda kol geziyor. Prag, Kars’tan 3277 kilometre uzakta.
Taksiciler doğal rehber. Murat hem taksici, hem rehber, hem öğrenci, hem tüccar. İngilizcesini geliştiriyormuş, yabancı turist de gelmeye başlamış epey. İkircikli tecimenliği şuradan; kentte en sağlam ayakkabıları onun bir akrabası satarmış ama dilersek bizi bir AVM’ye de götürebilirmiş. Az evvel AVM’lere küfretmezsek, tecimen değil yardımsever olabilirdi. Olsun, kuzeninin sattığı ayakkabılar gerçekten sağlammış.
Aniden oluşan gölgeler evecen bulutların marifeti değil. Hitchcock görse, daha munis davranırdı; kuşlar sözleşerek uçuyor çünkü. Süzülmek olmamalı o eylemin fiili. İkinci kattaki kafede müzik öğretmeni karı-koca şarkı söylüyor. İstekler peçeteye yazılıyor. “Asfur” istesek söylerler mi ki? Âşık Murat Çobanoğlu’nu türkülerinden çıkar, Muzaffer Sarısözen’i TRT’den çıkarmış kadar olursun. ‘65 ile ‘67 arasında neden Yanani mahlasını kullandı acaba Çobanoğlu?
“Bu sabah erkenden hareket başladı. Bazı kıtaat düşman siperlerini istilâ etti. Fakat umumî harekâtın neticesi belli değil. Bakalım, Cenâb-ı Hakk ne gösterecek. Bu akşam hâlâ muharebe devam ediyor. Neticeyi görmek kabil olmadığından tarassut yerini bırakıp köye geldim ve size bu kâğıdı yazıyorum. [...] Âh! Kimbilir, Sarıkamış önünde yazdığım kâğıdı alırsanız, doğrusu pek müteessir olacaksınız.” (Enver Paşa’nın Naciye Sultan’a gönderdiği 6 Ocak 1914 tarihli mektuptan, özgün imla. Alıntı: Murat Bardakçı, Enver, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Kasım 2015.)
Cabbar var Kars’ta. Saati sorunca, en doğrusunu söylüyor. Sonra da hemen bir kahve söylüyor. Kar, muttasıl yağıyor.