Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan kamu spotunda dikkati çeken bir slogan var: “Sorun küresel, çözüm ulusal.” Kastettiğinden daha azını ifade eden bu cümleyi, sözcükleri yerli yerine oturttuğumuzda daha doğru anlayacağımızı sanıyorum: “Küresel sorun, ulusal çözüm.” Küresel olanı, insanlığa özgü olan sorun; ulusal olanı ve kısmi olanı çözüm olarak sunmak bu yaklaşımın özünde duruyor. Bu bakış iktidar blokunun uzun süredir dayattığı yerli ve milli ideolojik sentezin, sağlık siyaseti alanındaki bir başka tezahürünü yansıtıyor. Üstelik birbiri ardı sıra kapanan sınır kapıları, her devletin kendi imkanları ölçüsünde aldığı zecri önlemler, ilan edilen küresel olağanüstü hal, sanki ilahi bir elin müdahalesiyle birlikte insanları küresel bir bütünleşme idealinin zararlarına ve insanlık değerlerinin bir yanılsama olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bir dönem aksi yönde konuşanlar, farklı çözüm önerileri geliştirenler de dünya çapında yaşanan paniğin boy hedefi haline gelmemek adına geriye çekilmiş gibi görünüyor.
Oysa önümüzdeki döneme dair hesaplamalar, en iyimser olanları bile, dünya nüfusunun yarısından çoğunun bu hastalığa maruz kalacağı yönünde bazı kestirimler içeriyor. Bu rakamlara bakınca insan, önlem almakla almamak arasındaki farkın ne olduğunu gerçekten de merak ediyor. Evet, yayılımı geciktirmek; evet, zaman kazanmak; evet, ilaç bulmak; evet, aşı geliştirmek… Tüm bunların gerekliliğine kimse itiraz edemez! Ama hiç kimse de on dördüncü yüzyılın tıbbi aklınca geliştirilmiş yöntemleri, günümüzün sağlık sorunlarına çözüm olarak önermenin alternatifsiz olduğunu iddia etmemeli. Karantina, o dönemlerin liman kentlerinde vebaya karşı uygulanan ve İtalyancada “kırk gün” anlamına gelen kelimelerden türetilmiş kavram. Esasen sağlıklı kişileri güvende tutmak adına uygulanan katı bir tecrit yöntemi. Özünde ve sonuçta, hasta olanları, hastalık belirtileri gösterenleri, hatta sadece böyle bir olasılık taşıyanları bile ölüme terk etme üzerine kurulmuş bir yöntem. Uygulamanın meşruiyet kaynağını her varlığın kendini koruma yönünde “doğal” bir eğilim taşıdığı varsayımı oluşturuyor.
Türkçesi, “ben öleceğime sen öl” şeklinde özetlenebilecek bu görüş, insanları o kadar derinden yakalayabilen bir şey ki, karantinaya alınanların bile bunu anlaması ve erdemli kişiler olarak gereğini yapması bekleniyor. Bu beklentinin dayanağı olarak da söz konusu kişilerin, kendisi değil de bir başkası bulaşıcı hastalığa yakalanacak olsaydı, aynı önlemi savunma hususunda zerre tereddüt göstermeyeceği gösteriliyor. Bu tip popüler ahlaki görüşlerin ötesinde, “kendini koruma” davranışının teorik ve felsefi açıdan da çok iyi temellendirilmiş olduğu bir gerçek. Toplum hayatını açıklamaya çalışan yaklaşımların çoğu “conatus”, “hazcılık” yahut “doğal seleksiyon” gibi felsefi paradigmalar üzerinden hep bu varsayımı doğrulamaya çalışıyor. Ancak bir şey yaygın kabul görüyor diye onun “doğal” olduğunu kimse söyleyemez. Çünkü herkesin ortak fikri herkesin ortak doğasını değil, sadece belli toplumsal ve tarihsel koşullar altına varmış oldukları genel uzlaşıyı temsil eder. Bir davranışın “doğal” olduğunun bilgisini “doğal” yoldan değil, toplumsal yoldan edinmeye devam ettiğimiz müddetçe bu gerçek de değişmeden kalacaktır.
Şimdilerde uygulanan olan “sosyal mesafelenme” politikalarına bakışımızı bu gerçekten hareketle kurabiliriz. Sosyal mesafelenme stratejisinin ampirik gerekçesini özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllardaki salgınlar üzerine yapılan istatistiki çalışmalar temsil ediyor. Okullar, işyerleri ve genel olarak toplanma alanlarının kapatılması veya açık kalmasının hastalığın yayılmasındaki ve etkisini katlayarak artırmasındaki payı bu şekilde belirlendikten sonra geliştirilen önlemler bir önceki korona salgınında etkili bir şekilde uygulanmıştı. Elde edilen bu başarı bugünkü stratejinin de esas dayanağını oluşturuyor. Ama bu yeni tip korona virüsünün farklı kişiler üzerinde farklı etkilere sahip olmasından ötürü, aynı önlemlerin bugünkü salgını kontrol altına almada etkili olamayacağını savunan güçlü görüşler de var. Alınan tüm önlemlere, ayrılan tüm kaynaklara rağmen hastalığın nüfusun büyük bir kesimini etkisi altına alacağı yönündeki kötümser tahminler de bu görüşleri doğrular nitelikte.
Mesafelenme ve kendini koruma ilkesi üzerine kurulu kamu sağlığı politikalarının bireylerce nasıl algılandığı ve uygulandığını insan davranışlarının genel mantığı üzerinden çözümlemek bu bağlamda büyük bir önem taşımaktadır. İnsan davranışları sadece akli hesaplara, stratejik çözümlemelere dayanmıyor; başka insanların davranışlarımızı nasıl değerlendireceği veya başka insanların davranışlarını taklit etmek üzerinden gelişen kolektif bir boyut da içeriyor. Salgın hastalıklar zamanında ortaya çıkan kolektif davranış biçimleri, bu bakımdan toplumun örgütlenmesi ve değer sistemleri hakkındaki gerçekleri anlamanın önemli bir dayanağını oluştururlar. Sonuçta kendini koruma da bir insan davranışıdır ve kolektif bir biçim aldığında davranışın tabi olduğu mantıktan azade değildir. Yani bireylere şöyle veya böyle davranın demesi kolaydır, ancak yapması zordur. Açığa çıkan panik anında, insanların en sorgulanmamış varsayımları, hiçbir şekilde tartışmaya ve eleştiriye açmadıkları inançları davranışlarını yönlendiren temel ilke haline bürünür. İşte kendini koruma davranışının toplumsal ve politik çerçevesini de bu ilkeler oluşturur.
Artık kendini koruma “güdüsünün” aldığı akıl dışı biçimlere işaret etmemi veya onun doğal bir eğilim olmadığını iddia etmemi bir kendini bilmezin yel değirmenleriyle olan savaşı biçiminde değerlendirmeyeceğinizi umuyorum. Zira tuvalet kağıtlarından inşa ettiği kalelerin ardında kendini güvende sanan, istiflediği dezenfektanların arasında sağlıklı kalacağını varsayan günümüz insanının ortak davranışında, kendini korumanın nasıl aynı zamanda bir öz yıkım davranışına dönüşebildiğinin örneğini de görürüz. Karşımızda duran şey sadece bir karikatür değildir, aynı zamanda modern bireyin açmazlarını temsil eden trajik bir figürdür. Zira tüm hayatı boyunca bir rehber edindiği “önce can, sonra canan” ilkesinin ölümcül bir etkiyle aleyhine döndüğünü görememektedir. Kişisel kurtuluşun kolektif kurtuluşa tabi olduğu kaçınılmaz bir hakikat anı olan salgın sürecinde, işleri gidişini insanın bildiği ve anladığının tam tersine dönmüştür. Bulaşıcılığın söz konusu olduğu yerde, komşusuna kendine ayırdığı kadar kaynak bırakmayan hiç kimse güvende olamaz ve sağlıklı kalamaz. Zira komşusu bu hastalığı kaçınılmaz bir şekilde ona da bulaştıracaktır.
Bu ikilem salgınların bireysel ve evrensel davranış arasında kurduğu dengenin evrensel karakterinden ileri gelir. Evrensel salgınlara her ulusun kendi toplumsal şekillenişine, kültürel değerlerine ve önceki deneyimlerine dayalı olarak tepki geliştirdiği doğrudur. Ancak insanın felaketler karşısında verdiği tepkilerin altında, tüm bu ayrımların ötesinde olan genel bir eşdeğerlik mantığı yatmaktadır. İster salgın, deprem, sel gibi doğal felaketler olsun, ister nükleer kaza, ekonomik kriz, savaşa veya soykırım gibi insan yapımı felaketler olsun, tüm felaketler doğa ve kültür ayrımını aşar ve kendini koruyan bir varlık olarak tanımlanmış insanların davranışlarında diğerlerine eşdeğerlik kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında örneğin, bir soykırım gerçekleştirmenin veya salgının yarattığı yıkımı yaşayan toplumların davranışları arasında bir geçişlilik vardır. Burada sorun da küresel çözüm ve tartışma da küreseldir ve bütün insanlığı kapsamaktadır. Kendi koruma varsayımından destek alan bencil ve dışlayıcı bir tutumun, bireysel, yerel ve ulusal düzeyde yeniden üretilmesine ve meşrulaştırmasına hiçbir şekilde prim vermemek gerekir. “İnsan insanın kurdudur” vecizesini duyduk hepimiz; ama çok azımız kökende Latince olan bu özdeyişin tamamını biliyoruz: “İnsan insanın kurdudur ve insan insanın tanrısıdır.” İkinci kısmın bize yüklediği sorumluluğu mesafe duygusuna, insan kardeşliğini ulusalcı bencilliğin dar görüşlülüğüne kurban etmememiz gerekir. Zira insana insandan daha yararlı bir şey yoktur.