Erdoğan’ın demokratik meşruiyetini kaybettiğini bir kez daha ve bu defa iktidarının başladığı yer olan İstanbul’da deneyimledik. Muhtarlıktan ilçelere, illerden büyükşehirlere kadar Türkiye’nin her yerinde tek başına seçime giren AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı, seçimleri beş büyük şehrin dördünde kaybetti. Bir iktidar ittifakı biçiminde girilen seçimlerde kullanılan siyasal strateji beka söylemi etrafında şekillendi. Bu stratejinin nedeni açıktı. Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerinin ardından tek başına iktidarını kaybetmesinden sonra MHP ile kurduğu ittifak halihazırda Türkiye toplumunu bir beka-terör çemberinin içine sokmuş ve iktidar blokunu da bu çemberi çevirebileceğine ikna etmeye uğraşmıştı. 31 Mart seçimlerinden çok önce devlet mekanizmasına ne olduğuna bakalım. Böylece Türkiye ittifakının neyi kurtarmayı hedeflediğini anlamak daha kolay olur.
31 MART’IN BİRAZ DAHA ÖNCESİ MANZARA
AKP, demokratik yollarla seçilmiş bir iktidar olmasına rağmen atanmışlarca kuşatıldığı söylemi içinde devleti “arındırmak” için liberallerin de desteğini alarak Fethullahçılarla ittifak yaptı. Fethullahçı kadrolar özellikle hakim savcı alımları 2000’li yılların ortalarından itibaren kat kat artırılarak devlet içine yerleştirildi. Ordudaki Fethullahçı örgütlenmenin önündeki engeller kaldırıldı. Memuriyete girişi sınavlarındaki kopya ve hırsızlıklara açıkça göz yumuldu, bu sınavlarda kopya yapıldığı iddialarına “teröristler” ortalığı karıştırıyor karşılığı verildi. Fethullahçılara 2013 yılına kadar ne istedilerse verildi.
“Açılım” dönemlerinde iktidarın hem demokratik meşruiyeti hem de uluslararası saygınlığı artmıştı. Fakat açılım stratejisinin bir siyasal barış değil, nüfusun yeniden yapılandırılmasına ilişkin bir strateji olduğunun anlaşılması çok geç olmadı. Erdoğan kendine bağlı bir nüfus inşa etme stratejisini tek başına yürüttü, hiçbir sorun parlamentoya taşınmadı, siyasallaştırılmadı. Tek başına iktidarı kaybetmesinin ardından bu strateji sonlandırıldı, “çözüm masası” devrildi. Masanın devrilmesinin nedeni olarak gösterilen cinayetlerin failleri ise hâlâ ortada yok. MHP ile ittifak, artık nüfusu, tam olarak bölme ve iç düşman yaratma stratejisi devreye sokuldu. Bunun için yapılan “istikşafi” görüşmelerin –pazarlıkların- ardından karar verildi. Süleyman Soylu, Mehmet Ağar, Doğu Perinçek ağır ağır hayatımıza girmeye başladı. HDP kriminalize edilmeye başlandı.
Devlete yerleştirilen Fethullahçılar, Erdoğan rejimine Allah’ın lütfunu bahşeden darbe girişiminde bulunduklarında, Fethullahçılar ile Erdoğan arasında devlet içinde tırmanan gerilim, başka yerlere de kanalize edildi. Allah’ın lütfu ile OHAL ilan edildi. Bu sefer istikşafi pazarlıkların yerini Yenikapı Ruhu aldı, bu ruhun içinde yine kriminalize edilen HDP yer almadı. CHP, kontrollü darbe tezinin üzerine gitmedi, “ruhun” çeperinde tutuldu, ilk anda rejimin buna ihtiyacı vardı.
Olağanüstü hal rejimi atipikti. Bu süreçte İçişleri Bakanlığı’na yükselen Süleyman Soylu’nun bakanlığı atipikti. Hükümet ve ittifaklar atipikti. Atipikti çünkü bu süreçte anayasa ve hukuk düzeni askıya alınarak devleti “arındırma” gerekçesiyle yüz binin üzerinde insan darbe girişimindeki payları ortaya çıkarılmaksızın kamu görevinden çıkarıldı. Bu süreçte Fethullaçılıkla hiçbir ilişkisi olmayan, siyasi ve entelektüel hayatı bu yapılanmayla ve AKP ile kurduğu ittifakla mücadeleyle geçmiş binlerce insan kamu ya da medya sektörlerinden çıkarıldı. Seçilmiş belediye başkanları görevden alındı, seçilmiş milletvekilleri cezaevlerine kondu. Medya satın alındı, sermaye el değiştirdi, 2017 plebisitinde bu koşullarda siyasi rejim oylandı. Seçim bir demokratik mekanizma olmaktan çıkarıldı, 2018 rejim değişikliği ve cumhurbaşkanlığı baskın seçimlerine bu koşullarda gidildi.
2008’de Türkiye’yi teğet geçmeyen ve etkilerini bugün çok güçlü biçimde hissettiren iktisadi kriz, Erdoğan’ın damadına verdiği yetkiler ile körüklendi. Devlet merkezi yönetimi ve yerinden yönetimler bütçeleri hem iktidarın finansmanı (buna beslenen tarikat ve çeteler ile satın alınan medya da dahil) hem de krizin yönetimi için uygunsuz olarak kullanıldı. İktisadi krizin etkileri hızlı biçimde hissedilmeye başladı ve seçimin hemen öncesinde patlamanın engellenmesi için uzun vadede büyük zararlara gebe olabilecek bir iktisadi politika uygulandı.
31 MART'IN HEMEN ÖNCESİ MANZARA
Seçimlerin hemen öncesine baktığımızda, AKP-MHP ittifakının demokratik meşruiyetini kaybettiğini görmek hiç zor değildi. Bu nedenle mahalli seçimler, seçim olmaktan çıkarıldı. Demokratik onay iddiasındaki tek kişi olarak meydanlara çıkan Erdoğan her yerde kendini öne sürdü. Bu da işin cilvesiydi, partisi, örgütü, teşkilatı kalmamıştı. Artık memurları ve ittifakları vardı. Birlikte belirledikleri beka-terör eksenli strateji ülkenin yarısını, isim vererek terör çemberine almıştı. Erdoğan’ın memuru Süleyman Soylu seçim meydanlarında ana muhalefet yöneticilerinin şehit cenazelerine alınmamasının, HDP’li milletvekillerinin yürüyüşüne izin verilmeyeceğinin, Saadet Partisi üyelerinin karakola çekilmesinin, İYİ Parti genel Başkanı’nın başına gelebileceklerin emirlerini verebiliyordu. Erdoğan bu stratejiyi canla başla savundu. Mahalli seçimden ziyade bir savaş ortamı yaratıldı. Ülkede demokratik yollar ve usullerle seçimlere giren yasal partiler kriminalize edildi ve Türkiye seçim öncesi çok tehlikeli bir ortama bizzat Erdoğan-Bahçeli ittifakının stratejisi ile sürüklendi.
Erdoğan-Bahçeli ittifakı seçimleri bu strateji ile kaybetti, fakat Erdoğan Bahçeli’den daha çok şey kaybetti ve kaybedecek çok daha fazla şeyi vardı.
31 MART'IN HEMEN SONRASI MANZARA
31 Mart seçimleri sonrası manzara bahar değil ne yazık ki. Bugünler daha çok 7 Haziran sonrası süreci hatırlatmaya başladı. Türkiye bir pazarlık sürecinde. Bu pazarlığın içinde Kılıçdaroğlu’na karşı gerçekleştirilen linç girişimi, aradan neredeyse bir ay geçmesine rağmen hâlâ İstanbul’un CHP’ye verilip verilmeyeceği, Süleyman Soylu’nun bakanlıkta kalıp kalmayacağı, Damat Albayrak’ın geri çekilip çekilmeyeceği, Perinçek ve Osmanlı Ocakları ittifakı da var. HDP’nin kazandığı belediyelerin ikinci aday olan AKP’li adaylarca işgal edilmesi hakkında bir pazarlık olduğunu sanmıyorum. Ama Ahmet Davutoğlu’nun “istikşafi eleştirileri” var. Yani Türkiye ittifakı pazarlığı yine egemenlik paradigması içinde ilerliyor, kimin içeri alınacağı, kimin dışlanacağı, kimin çeperde tutulacağı ve egemenin kendisini nasıl kurtaracağı.
Türkiye’de demokrasi savunucularının yüksek pazarlık günlerinde demokratik ilkeleri hatırlaması, hatırlatması ve mücadelesini vermesi gereğinin yakın tarihimize ilişkin çok fazla verisi var. Pazarlık kişi egemenliğinin konsolide edilmesine dönük, bu açık. Yukarıda birçok örneğini anlattığım gibi bu pazarlıklar, diktatörlük yollarını döşemiş öncellerine benzeyecektir. Türkiye ne savaş ne de beka tehlikesi altındadır. Dolayısıyla bir ittifaktan ziyade çoğulcu bir tartışma, demokratik müzakere zeminine ihtiyaç vardır ve en önemlisi artık demokrasi güçlerinin bunu yapacak özgüveni, iradesi ve motivasyonu da vardır.
Değişim isteği açık, boğulmasına izin vermemek gerek.