Kendini yakan kadınların hikâyesi

Mariana Enriquez’in “Yangında Kaybettiklerimiz” kitabı genel olarak korku duygusunun hâkim olduğu ve gerilimin hiç tükenmediği öykülerden oluşuyor. Kitaba adını veren öykü özellikle kadına şiddettin hiç hız kaybetmediği bir toplumda yaşıyorken, uykularınızı kaçırabilecek olaylarla örülmüş. Her şey metroda yüzü yanık bir kadının insanlara dokunup hikâyesini anlatmasıyla başlıyor...

Abone ol

DUVAR - Anlatıda gerçekliği kırmanın farklı yöntemlerinden söz edilebilir ancak benim gerçek dışını yaratmada önemsediğim, doğallıkla ifade etme yeteneği. Sanırım bu yetenek yazarın kurguladığı dünyanın atmosferi ve hikâyesini anlatma biçimi ile ilgili. Mariana Enriquez’in “Yangında Kaybettiklerimiz” kitabında bu durumun başarılı bir şekilde ortaya konulduğunu söyleyebilirim.

Öykülerin hepsinde gerçek dışı veya çok alışılmadık olarak değerlendirebileceğimiz olaylar yaşanırken, yazar bunları anlatının akışı içerisine olağan bir şekilde yerleştirebilmiş. Ayrıca Enriquez’in kitabında, tema olarak birbirine benzer öykülerle karşı karşıya olsak da son dönem okuduğum metinlerde sık rastladığım benzer imgelerin tekrarına rastlamadım ve bu da okur olarak olumlu bulduğum bir durum oldu.

KORKU VE GERİLİM ÖYKÜLERİ 

Mariana Enriquez’in öyküleri korku yoğunluklu öyküler ancak çok fazla şiddet ve kan yok. Yazar bizi ürpertiyor, şaşırtıyor ama bunu göze sokmadan, bize sezdirmeden başarıyor, gerilim hiç azalmıyor, sonuna kadar merak unsuru korunuyor öykülerde. Dikkatimi çeken bir yan da metinde daha çok “kötü” veya “anormal” diyebileceğimiz karakterlerle bağ kuruyorsunuz, yazar onları “farklılaştırmıyor”. Ve onun anlatısında korku duygusunu canavarlar, vampirler, hayaletler değil daha çok insanlar veriyor. Bu açıdan aslında farklılaşıyor da metin. Çünkü bize her insanın karanlık yanı olabileceğini, iyiyi, kötüyü, suçu, suçluyu sorgulatırken, korkmak için uzaylılara, garip yaratıklara ihtiyacınız yok diyor, korkmanız gereken insan.

Kaygılı, depresif, insanlar, korkulu öyküler anlatmayı seven kız çocukları, sanrılarının içinde kaybolanlar, bebek katletmekten haz alan katiller, bir insanla ilişki kurmaktansa bir kuru kafa ile dost olmayı tercih edenler, yazarın karakterlerini oluşturuyor. Ancak bahsettiğimiz gibi bu karakterler “kötü” ve “korkutucu” olmaktan çok empati kurabildiğiniz, anlamaya çalıştığınız bir yerde duruyor. Yazarın mekân seçimleri de anlatıyla örtüşüyor. Mekruh evler, küçük kasabalar, arka sokaklar, okul binaları, yollar, bu yerler karakterleri ve yaşamlarını yansıtıyor, onları bu mekânlara yerleştirip, orada var olduklarını hissedebiliyorsunuz.

OLAĞANÜSTÜLÜĞÜN DOĞALLIKLA AKTARIMI

Mariana Enriquez’in bu öykülerle yapmaya çalıştığı şöyle bir şey var gibi geliyor bana, bu olağanüstülüğün doğallıkla aktarımı dünyanın ve yaşamın gerçeğini çağrıştırıyor aslında. Onca anormal durum yaşanırken, hâlâ normalce devam edebilmemizi hatırlatıyor yazar öykülerinde ve bunu oldukça hissettiğimiz, konu itibariyle ortaklaşan öyküler de var kitapta.

Yangında Kaybettiklerimiz / Mariana Enriquez / çev. Seda Ersavcı / Domingo Yayınları / syf. 208 / 2017.

Örneğin; “Pasaklı Çocuk” adlı öyküde yazar bizi kentin arka mahallelerine götürüyor, sokakta yaşamak zorunda kalan insanlar, uyuşturucu satıcıları kısacası, başka yerde yaşama şansı bulamayanların tercih edecekleri bir mekân burası. Ancak metnin başkarakteri ekonomik anlamda diğerlerinden daha iyi konumda, aile yadigârı olan evde kalmak ve yalnız yaşamak için burayı tercih eden bir kadın. Enriquez’in bu karakterinde yukarıdan bakış seziliyor başlangıçta. Sokakta yaşayan bir anne ve oğul ile bağ kuruyor ancak yine de onlara mesafeli kalıyor, onun tavrı biraz görmek ama farkında olmamak hâlini anlatıyor. Sonrasında, mahallede işlenen bir cinayetle durum değişiyor, kafası kesilmiş, tecavüz edilmiş şekilde bulunan çocuk cesedi kadını vicdani sorgulamaya iterken, daha önce bu insanlara nasıl baktığı deşifre oluyor. Bu aslında genel olarak insanlığın içerisinde bulunduğu konumdan çok farklı değil, görüyoruz; sokaktaki mülteciyi, şiddet göreni, savaşı, ölü bedenleri ama görmek bizi bu konuda aktifliğe itmiyor.

Öyküde kadının durumu da böyle, çabalıyor gibi görünüyor ama genellikle kendini düşünerek. Evinin karşısında, şiltelerin üzerinde uyuduklarını bildiği insanlara tavrı, duyduğu acıma hissi “beyaz” bir bakışın ötesine geçemiyor. “Esrik Yıllar” adlı öyküde de benzer bir tema var. Bu sefer büyüklerin dünya dertleri içerisinde kaybolup, her gün gördükleri halde haklarında neredeyse hiçbir şey bilmedikleri çocukları konu ediliyor.

Yine bir farkındasızlık durumu ile karşılaşıyoruz. Yazar bu öykülerde yaşamı anormal hâle getirerek anlatırken, sanırım şöyle bir şey söylüyor, böylesine şeyler yaşanıyor ve bunlar senin için normal, bakıyorsun ama görmüyorsun, bir şey yapmaya niyet ediyorsun ama kendin için, başkaları ve olan biten umurunda değil çünkü alıştın.

HER ŞEYİN SIRADANLIĞI 

Enriquez’in genelin “anormal” kabul edeceği durumları “normal” olarak ifade etmesi karakterlerine ve onların kişiliklerine de yansıyor. Örneğin; “Adela’nın Evi” öyküsünün karakteri Adela’nın sol kolu yok ancak onun için bu durum ve başkalarının bakışı neredeyse hiç önemli değil, bu karakter korku hikâyelerini, filmleri seven bir kişi olarak karşımıza çıkıyor, yazar onu “tuhaflaştırmıyor”. İnsanlara kolu hakkında öyküler anlatmayı seven, onları tedirgin etmeye çalışan, askılı elbiseler giyen Adela, sahibi ölmüş mekruh olarak tasvir edilen bir evde yok oluyor.

Yazar tüm bunları süslemeden ortaya koyuyor, yani etrafta sisler, dumanlar böyle olayların olmasını hissettirecek bir ortam yok. Bu anlamda genel olarak öykülerin sonu da epey ilginç. Her şey bu kadar garipken sıradan bir sona bağlanıyor hikâyeler. Mesela sizin o an cinayet işlemesini beklediğiniz karakter gidip kanepede hiçbir şey olmamış gibi uyuyabiliyor.

Enriquez bunu neden yapıyor diye düşününce onun aslında dünyada her şeyin sıradan bir hâl aldığına vurgu yaptığına kanaat getirdim. Türümüzün dünya yansa yaşamını değiştirmeyen tavrına, bir gün önce büyük bir felaket yaşandığı hâlde kalkıp işe gitmesine, yani ne olursa olsun ertesi gün hayatın kaldığı yerden devam etmesine, şaşırma hâlinin yitimine dikkat çekiyor Enriquez, kitabın öykülerinin bana hissettirdiği bu yönde. Veya şu da düşünülebilir dünyada öyle şeyler yaşandı ki artık ne olsa önemi yok her şeyi gördük ve her şey sıradanlaştı.

'YANGINDA KAYBETTİKLERİMİZ'

Bu kitapta üzerinde durmadan geçemeyeceğim bir öykü de “Yangında Kaybettiklerimiz” kitaba adını veren bu öykü özellikle kadına şiddettin hiç hız kaybetmediği bir toplumda yaşıyorken, uykularınızı kaçırabilecek olaylarla örülmüş. Her şey metroda yüzü yanık bir kadının insanlara dokunup hikâyesini anlatmasıyla başlıyor. Kadın birlikte olduğu erkek tarafından nasıl yakıldığını anlatıyor metroya binenlere, yanık yüzü, olmayan dudağıyla. Toplumda benzer olaylar artınca kadınlar örgütlenip, gönüllü olarak kendilerini yakmaya başlıyorlar, bu zamanla şenliğe dönüşüyor.

Şöyle diyor karakterlerden biri: “Yakanlar erkekler, ufaklık. Bizi hep yaktılar. Şimdiyse biz bedenimizi yakıyoruz. Ama ölmeyeceğiz: Yara izlerimizi göstereceğiz.” Kadınların bu isyanı şuna gönderme yapıyor, hem kendilerine dayatılan beden ve güzellik anlayışına (çünkü erkekler genellikle kadınları güzelliklerini yok etmek için yakıyorlar, kendileri ile olmak istemeyenleri cezalandırmak ve başkasıyla olmasını engellemek için) hem de kadınlar “yanarken” medyanın, devletin, politikacıların duyarsızlığına tepki göstermek için. Bu öykü oldukça yoğun bir etki bırakıyor, şiddete uğrayan tüm kadınların yarasını gösteriyor, etrafı insan eti kokusu sarıyor ve kadınlar yanarken sessiz kalanların üzerine siniyor.

Mariana Enriquez’in “Yangında Kaybettiklerimiz” kitabı genel olarak korku duygusunun hâkim olduğu ve gerilimin hiç tükenmediği öykülerden oluşuyor. İnsanın kara yanını ortaya çıkarıyor yazar ve o taraftakiyle bağ kurduruyor okura. Yaşamı ve evliliği içinde sıkışıp kalmış kadınlar, “ucube bedenliler”, uyuşturucu müptelaları, kaşını, saçını yolanlar, gözünü kırpmadan bebekleri, çocukları katledenler, kesilen kulaklar, ısırılan diller, karanlık sokaklar, tiksinti, bulantı… Enriquez’in öykülerinde bahsettiği, dünyanın içinde olup biten, artık şaşkınlık bile hissettirmeyen, onca ayrıntı. Ve olağanüstü şartlarda yaşayan insanın her şeyi normalleştiren tavrı.