Ömer Faruk'un 'avare karakterli' deneme kitabı 'Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği', 6.45 etiketiyle raflarda. Kendini yazarken, dipnotlarıyla okumanın cüreti ve zevkini de tadan çalışma, kâh İstanbul Kadıköy'ün bar duvarları kâh Himalaya Dağları'nın eteklerinde varoluşun sınırları ve anlamının keşfine çıkıyor.
Bu haftaki yazımı, 6.45 Yayınları etiketli bir kitaba, yazar,
gezgin ve editör, düşünür Ömer Faruk'un 'Başkası Adına
Konuşmanın Haysiyetsizliği' isimli çalışmasına ayırmak
istedim. Kitap, yazarın zihin ve gönül bohçasından paylaştığı türlü
dipnotlarla zenginleşen, ilginç bir kaynakça kimliği taşıyor.
Çalışma, devlet, hayat, ölüm, kalım, iktidar ve birey gibi türlü
kelimelerin tarih, hafıza ve tecrübe süzgecindeki yankılarına
yönelik bir zihinsel gezi olmaya aday. Editoryal yaklaşımıyla
mümkün mertebe serbest bir zihinsel tasarımın meyvesi olmayı
deneyen kitap, yazarın keşfedip, vurguladığı 'Çok Kalpli
Asi'nin bizlere salık verdiği nice kamusal nasihatle
zenginleşiyor.
Ömer Faruk (fotoğraf: Berge
Arabian)
Misal, 'İçimde bir deniz var; güldüğümde gözlerimden
taşıyor,' ifadesini Gezi başkaldırısı esnasında bir duvar
yazısından ödünç alan 180 sayfalık kitabın girişinde, Cemal
Yardımcı, kitabın 'haysiyeti yeniden içeriklendirdiğinden'
dem vurarak, şunların altını çiziyor:
"...( Bu yüzden ) zihne ilişkin, 'dünyayı yansıtan ayna'
benzetmesi, yanıltıcıdır. Belki, 'üzerine dünyanın resminin
yapıldığı sayfa', daha iyi bir benzetme sayılabilir. Kimi zaman
karakalem, kimi zaman yağlıboya ile, kimi zaman elimizde hangi
boyalar varsa, onlarla; kimi zaman ise yeni boyalar arayıp, bularak
yapılan bir dünya resmi." (s.14)
Başkası Adına Konuşmanın
Haysiyetsizliği, Ömer Faruk, 6.45 Yayınları, 186 syf, 2019
Yardımcı, muhaliflik mefhumunu büyük bir itina ile sorguladığı
giriş yazısında kitabın ismi ve 'ideali'ne de göndermede bulunarak,
ilerleyen sayfalarda şu saptamalarda bulunuyor:
"Başkası adına konuşan, temsil ettiklerinin susturulmasına
katkı yapmış olur. 'Adına konuşmak', başkasının sözünü çalmak,
onları dilsiz bırakmaktır. Devletin millet adına konuşması durumunu
başka bir düzeyde taklit etmek, devlete benzemektir. Muhalif
düşüncenin mutlak yenilgisi demektir.
Mutlak yenilgi durumuna düşmekten sakınmak için ise, temsil
ve 'adına konuşma' mekanizmalarını, mutlak olarak reddetmek
gerekir."(s.25)
Tam da Yardımcı'nın bizlere yardımcı olduğu gibi, Ömer Faruk,
kitabında 'mikrofon' hatta evrene 'makrofon' uzattığı nice
felsefeci, düşünür ve siyasal figür üzerinden, gayriresmî,
gayrimeşru bir meclisin olabilirliğini, bu bireysel (ama
yayımlandığı seviyede kamusallaşmış) alanda, kitabında sorguluyor,
bölüşüyor ve tartışmaya açıyor. Yardımcı'nın okumasından ödünç
alarak, onu olumlayarak yine alıntılamak gerekirse Ömer Faruk,
kitabı boyunca "'Çok Kalpli Asi' dediği, düşünen, eleştiren,
kendini devletin dışında kurmaya çabalayan , bunun için bir yandan
kendisini kuşatan ve kısıtlayan yasaları ihlâl eden, bir yandan da
kendi kendisini yıkıp, yeniden inşa etmeye çalışan kişiliği konu
alıyor." (s.26)
Ömer Faruk'un avare karakterli kitabı, kâh İstanbul Kadıköy'ün
bar duvarlarında kâh Himalaya Dağları'nın eteklerinde varoluşun
sınırları ve anlamının keşfine çıkıyor. Yazarın alıntısıyla bir bar
duvarı, örneğin bize şu - kanımca varoluşçu - telkinde bulunuyor:
"Düşünce, kendisi üzerinde düşünmediği sürece düşünmüş
sayılamaz. Düşünce, temsil edilemeyendir." (s. 33)
Dolu satırlarıyla olduğu kadar, grafik ve editoryal, iradî ama
bonkör boşluklarıyla da düşünceye ve okura nefes ve nefs alıp verme
ihtimali paslayan kitabın bir diğer unsuru, 'fısıltı'ları.
Wittgenstein'in önermelerine selam söylercesine, türlü
'numaralar'la yaşamın şifresine çilingir sofrası kuran bir kitap
bu. Çalışmanın bu satırlarında örneğin, yazar devlet ve birey
arasındaki ilişkiye gayri pedagojik, hatta hadi adını koyalım,
anarşik bir cüretle bakmayı deneyen Ömer Faruk, 'Fısıltılar'ının
beşincisinde bize şunu iletiyor:
"Binlerce yıldır sürekli büyüyen, örgütlenen ve güçlenen
kimlik (=hayalî gerçeklik/=devlet yetişkindir; yönetebilmek için
yönetilenlerin çocuk kalmasını, kendi düşüncesine muhtaç olmasını
ister." (s.35)
Yelda Baler'in siyah beyaz Himalaya kareleriyle içi ferahlayan
kitap, Yuval Noah Harari'den Gilles Deleuze'e, John Zerzan'dan Jean
- François Lyotard'a, Michel Foucault'dan Umberto Eco ve Friedrich
Nietzsche'ye pek çok zihnin dipnotlarıyla, aklî bir cevher madeni
gibi kendini ortaya koyuyor.
Yazar, kitabında geçmiş, şimdi ve geleceğin birey ve kitle
üzerinde yarattığı olumlu ve olumsuz edimleri tartışırken,
'haysiyet' kavramına özellikle vurguda bulunuyor. (s.53) Ömer
Faruk, bu madende kazdığı sorularıyla en dibe inerek, bir nevî
medeniyet psiko-terapisine hepimizi buyur ediyor: "Soru: İlk
emri kim verdi? İlk tasmayı kim taktı? 'Hakikat'(=gerçek(=doğru))
budur!'u ilk kim söyledi ?(s.63)
Ömer Faruk, kurucusu ve yayın yönetmeni (Kasım '87-Kasım'08)
olduğu Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan sevgili Gündüz Vassaf imzalı
'Cehenneme Övgü' ve 'Cennetin Dibi' kitaplarını
tebessümle akla getiren bu kitabı boyunca temsiliyet ve teslimiyet
arasındaki netameli ilişkiye de kritik bir kalem ucu ile
değiniyor.
Yazar çalışmasında Todd May'a da atıf yaparak, şunu aktarıyor:
"(Çünkü) başkalarını temsil etme gücünün kendisi baskıcıdır;
insanlara kim olduklarını ve ne istediklerini söyleme pratiği,
insanlar ile kendilerini yaratma sürecinde olabilecekleri kişiler
arasına bir engel diker. (...) başkalarını temsil etmek, başka
baskıcı toplumsal ilişkilerin pekişmesine yardım eder." (s.65)
Yazar, kitabında dipnotlarıyla bilek güreşine girmiyor. Bilakis,
okuru bu 'öteki' zihinlerle tanıştırarak centilmence geri
çekiliyor. Misal, yazar atıf yaptığı sosyal düşünürlerden Mary
Douglas'la ilgili olarak ,'Kurumlar Nasıl Düşünür' isimli
kitabından esinle bize şunları 'armağan' ediyor:
"..İş, ev, evlilik, çalışma, çocuk, aile, emeklilik,
askerlik, parti, savaş, kadın ve erkek kalıpları, kurumun
sürdürülmesi ve kendini yeniden üretmesine göre biçimlenir. Devlet
memurlarına dönüşmüş bilim insanları, bu kalıpları
gerekçelendirerek, insanları etiketleyerek (tasarlanmış) insanlar
yapılmasına yardım ederek, zihinlerininn esaret altında kallmasını
sağlar: Aslında, 'Onların meslekî konuları, idarî kategorilere
bölünmüş, sanat bilimden, duygu idrakten, hayal gücü, akıl
yürütmeden ayrılmıştır. (s.141-Douglas) Yeteneklerine göre kişileri
etiketleyip, düşünceleri de rasyonel, deli, suçlu ve cezaî ehliyeti
olmayan biçiminde yaftalarlar. Kurumları yaratan insanlardan,
sınıflandırmaları yapan kurumlara, sınıflandırmalardan eylemlere,
eylemlerden adlandırılmaya yönelik bir süreç, böylelikle aksamadan
işler, belirsizliğin yerine kesinlik geçer; insanın zihninin ürünü
olan kurum insana hükmetmeye başlar. Gözetim ve kontrolü amaçlayan
bu sürecin tamamlanmasıyla birlikte, kurumlar bütün bilgi edinme,
oluşturma ve ifade etme süreçlerini ellerine geçirmiş, kendilerini
tahkim etmiş olurlar. Bu yüzden, 'Kurumsallaşmış topluluk kişisel
merakın önünü tıkar. Kamu hafızasını organize eder ve belirsizlik
üzerine kesinlik dayatır. (s.144-Douglas)"
(...) Toparlayalım: Bir 'hayalî gerçeklik' olarak kurum,
düşüncenin düşünene hükmetmesinin (vurgu, yazar
Ö.F.) ilk ve en etkili örgütlenmesidir. 'Kurumsallaşmış kişi' ise,
düşünmekten ve kendisi için ir hikâye edinmekten vazgeçen,
varlığını 'küçük bir devlet' olarak sürdüren kişidir."
(s.69)
Bu minvalde yazar Ömer Faruk kitabın 72 ile 73'ncü
sayfalarındaki dipnotlarında, merhum düşünür, sosyolog Ulus Baker'e
de bir selâm veriyor ve şu göndermede bulunuyor: "Ulus Baker
ise, devlet filozoflarından 'saraylı' olarak söz eder: 'Descartes
ve daha sonraki tüm resmî 'Devlet Filozofları', tam ya da yarı
yarıya saraylıdırlar." (Aşındırma Denemeleri, Ulus Baker,
s125)
Kaan Çaydamlı'nın yayın yönetmenliğini yaptığı 6.45 etiketli
kitap, diğer yanda, 'tekil' olmanın getirdiği durumlara da uyarıcı
bakışlar kazandırıyor. Yazar Ömer Faruk, tekil olanların, (başkası
veya öteki) 'adına konuşmak' ile ilgili pozisyonlarını, çalışmanın
93'ncü sayfasında şöyle izah ediyor:
"Tekillerde 'adına konuşmak' yoktur; ötekiyle dertleşmek,
doğrudan konuşmak, seslerin birbirine karışması vardır. 'Öteki
adına konuşmamak, bu anlamda geleceğe, 'temsil sonrası'na yönelik
bir tutumdur. Temsil sonrası düşünce, farklılığın temsil
edilmediği, ama diğer tekilliklerle birlikte kendi adına
konuşabildiği ilişki biçimlerini yaratmak ve korumakla ilgilenir.
Tanrı ve secde eden, hükümdar ve tebaa, yönetici ve yönetilen,
temsil eden ve temsil edilen arasındaki dikey
(vurgu bana ait - E.A.) ilişkileri üreten 'devletçi düşüncenin'
hiyerarşisi yerine, yatay ve içkin tarzda
ilişkiler meydana gelir. Bu da, saygı, utanmak ve haysiyetle
(Vurgu: Ö.F.) mümkün olur. "
Eh, ben de bu kitap ve hayatınızın geri kalanını, emeğe ve
bireysel tecrübeye koşulsuz saygı nezdinde, âmiyane tabirle 'en
heyecanlı yeri'nde, sizlere bıraksam, galiba iyi olacak. Yoksa bu
(s)ayıklamaların fazlası, sahiden de kitabın dediği gibi,
haysiyetsizce 'bişi' olur.