Birkaç kez, AKP gibi bir partinin 18 yıl yönetebildiği ‘toplumun’ nitelikleri üzerine biraz daha fazla düşünmekte yarar olabileceğini yazmıştım. Bir iktidarı bu kadar uzun süre yalnızca kendi seçmeni ayakta tutamaz. Daha büyük bir nüfusun zımni ya da açık onayına, o iktidarın yeşerebileceği uygun bir toprağa gereksinim var. Seçmen çoğunluğu iktidara gelmek için ön koşul. Buna mukabil, özellikle hâlihazırdaki kadrosu eşi benzeri zor bulunur insanlardan oluşan bir partinin bunca zaman yönetebilmesi için gerekli onay, salt o seçmenin varlığıyla kotarılabilecek bir iş değil.
Bu nedenle pek çok yazıda, sürekli AKP seçmenini eleştirenleri eleştirmeyi tercih ettim! Uzun süredir iktidarın, kendisini orada tutan ‘mutabakatı’ büyük ölçüde kendisine oy vermeyen yurttaş gruplarından sağladığı kanısındayım. Fakat yalnızca muhalefet partilerinin eleştirisiyle de ya da onların farklı bir siyaset izlemesiyle çözülebilecek bir sorundan söz etmiyorum.
Kökleri bu ülkenin/toplumun tarihinde olan bazı ‘hassasiyetler’ ve ‘davranış kalıpları’ başarıyla yönlendiriliyor tabii. Başta dini duygular, milliyetçilik ve tek bir siyasi görüşe indirgenemeyecek ‘kayırmacılık hevesi’ gibi, örneğin. Buna mukabil bir de, o yerleşik kültürle aynı güce sahip olmasa da oradan çıkan ve mevcut olanı güçlendiren daha sıradan davranışlar söz konusu. İnternet âlemindeki tartışma ya da tartışamama, dinleme ya da dinleyememe, anlama ya da anlamayı reddetme durumları, belki bu düzlemde ele alınabilir. Burada, yalnızca ‘kutuplaşmadan’ kaynaklanan tozu dumanı da kastetmiyorum. Doğrusu, artık bir kutuplaşmadan söz edilebileceğinden kuşkuluyum. İki kutup arasında bir güç dengesi yoksa ve birinin siyasal temsilcileri diğerini pervasızca ezebiliyorsa, artık buna kutuplaşma dememek gerekir sanırım.
Sosyal medya hakikaten sarsıcı bir olgu! Geri dönülemez (iyi ki!) ve muhtemelen geleceğin yurttaş katılımı bakımından da hem yol gösterici, hem de çok önemli bir mecra olacak. Şu anda zaten öyle, daha da değerli hale gelecek. Yıl itibariyle hâlâ çok yeni bir dünyadan söz ediyoruz aslına bakılırsa. O yeniliğin tüm güzelliklerini ve açmazlarını barındırıyor. Kendi içinde, biraz da el yordamıyla ‘kurallarını’ oluşturan bir mecra.
Herhalde giderek daha fazla tartışılacak konulardan biri, aynı kampta olan ya da olduğu varsayılan, kendilerini ‘muhalif’ kimliğiyle tanımlayan insanların zaman zaman birbirlerini herhangi bir konuda konuşamaz hale getirecek şekilde tutum takınmaları. Yalnızca çok sınırlı fikir sahibi olduğum sosyal medyanın değil, genel atmosferin sorunu bu. Hasbelkader dile getirilen düşüncelere gösterilen hırçın, ölçüsüz tepkiler, yazının/sözün niteliğini ve yazanın/söyleyenin ruh halini de belirliyor kaçınılmaz biçimde. Eleştiriden, sert eleştiriden değil, insanı bir şey söylediğine bin pişman eden ve söyleyenin geçmişini tümüyle yok sayan, yok edici üsluptan söz ediyorum.
Gündemin yoğunluğu karşısında insanlar aklını yitirmek üzere kuşkusuz. Her gün yeni bir acayiplikle karşılaşmak, iktidar ve yandaşları tarafından sürekli horlanmak, elinde olan ve değer atfettiği ne var ne yok mahvedilmesini seyretmek zorunda kalmak ve illallah dedirten baskı ortamı karşısında makul davranmak her zaman kolay iş değil.
Fakat bu yorucu koşullara bir de ‘hırçın düşüncesizlik’ eklendiğinde…
Şu son bir iki günde yeniden gündeme gelen ‘1990’lar’ tartışması, örneğin. Seyfi Dursunoğlu’nun vefatının ardından. Dursunoğlu evrensel niteliklere sahip bir sanatçıydı. Böyle bir yetenek ve icra ettiği sanat, bir ülkenin sınırları içinde değerlendiremez. Türkiye’de ‘evrensellik,’ garip bir biçimde yapılan işte kullanılan ‘dil’ ile ölçülmeye başlandı. Yeni bir şey değil bu, hayli zamandır. Oysa ‘evrensellik’ ya da çok daha sınırlı şekliyle ‘uluslararasılık,’ bir işin üretim süreci, biçimi ve niteliğiyle ilgilidir. Örneğin yerel dille üretilen bir sanat eseri ya da sahne performansı, ulus ötesi olabilir. Yıldız Kenter ya da Engin Cezzar gibi oyuncular, Türkçe oyun sergilerken evrensel ölçekte iş yapıyordu. Nuri Bilge Ceylan yurt dışında ödül almamış olsaydı da değerinden bir şey kaybetmezdi. Saraçhane’de bakır süsleyen bir ustanın el emeği dünya çapındadır. Dünyanın ondan haberdar olup olmamasının bir önemi yok. Çince yazılmış nitelikli akademik eser her yerde değerlidir. Dil, niteliği değil, bilinirliği sağlar. Bu yüzden akademik niteliği yalnızca çatladıkapı endekslerine girip girmemekle (ne yazık ki artık çoğu yerde zorunlu olan ve akademik üretimi zevkten çileye dönüştüren!) ele almak, alanlar kusura bakmasın, tahammülü güç bir sığlığın göstergesi. Neymiş efendim, rektörlerin endekste yayını yokmuş. Türkiye’de YÖK ve üniversitenin haline bakıp da bunu ‘büyük sorun’ olarak tanımlayanlara Allah selamet versin! Asıl konuşulması gerekeni konuşamadıkları için tercih ediyorlar kuşkusuz bu korunaklı alanları. Her neyse…
Seyfi Dursunoğlu’nun vefatı çok insanı üzdü ve benzer durumlarda olduğu gibi bir kez daha ‘eski Türkiye’ özlemini canlandırdı. Murat Meriç, Duvar’da nefis bir yazı kaleme aldı. Okuyun lütfen. Yazısının başlığı: “Seyfi Dursunoğlu’nun ardından: ‘Eski’ Türkiye’ye ağıt.” Neden ağıt? Dursunoğlu’nun vefatı, yalnızca yaptığı işin büyüleyiciliği değil, o hal ve tavır, nezaket ve temsil ettiği dönem çok özleneceği için de yaralıyor insanları. Adalet Ağaoğlu’nun kaybı gibi. AKP’nin üzerine beton döküp çok katlı konut inşa ettiği bir ‘neşe’ ve ‘kalite kaygısı’ vardı bu ülkede, her şeye rağmen.
Fakat bu üzüntü dile getirilir getirilmez, mutlaka şiddetli bir tepki geliyor ‘kendinize gelin daire başkanlığı’ memurlarından! Nasıl olur da 90’ları översin… Nasıl olur da o günlerde yaşanan kayıpları görmezden gelirsin… Nasıl olur da… Katlanılması zor bir tavır bu. Oysa “1980’lerde, 90’larda güzel şeyler de vardı” demek; yalnızca “1980’lerde, 90’larda güzel şeyler de vardı” demektir. 1980’lerde ve 90’larda her şey çok güzeldi, demek değil. Şu son derece basit gerçeğin görmezden gelinip geçmişin şu ya da bu nedenle bir an hayırla yâd edilmesine tepki gösterenlerin halini nasıl adlandırmalı!
Biri, bir an kazara mutlu olduğunda ya da hüzünlendiğinde bundan büyük huzursuzluk duyan ve karşısındakini mutsuz edip canına okumak için özellikle çabalayan habis ruhlar vardır. Hepimiz tanımışızdır. Belki de bu insan tipinin internet temsiliyle karşı karşıyayız.
Diyelim, ‘Demirel ve Özal döneminde basın mensupları daha rahattı’ ya da ‘mizah dergileri daha özgür hissediyordu,’ dediniz. Eyvahlar olsun! Nasıl olur da Özal’ı översin… O Demirel idamlara el kaldırdı… Zaten sizin gibiler… Yeter artık… Çünkü siz hiç düşünmediniz bunları, hiçbir fikriniz yok o dönemler hakkında, varsa da sahtekârsınız ve tarihi çarpıtmaya çalışıyorsunuz, duyarsızsınız. Oysa yalnızca ‘basın mensupları biraz daha özgürdü,’ demek istemiştiniz, hepsi bu.
1980’lerde Devekuşu Kabare’nin sergilediği oyunları bugün hayal dahi ettirmezler insana! Levent Kırca TV yüzü göremezdi. Gırgır okuyorduk çocuk halimizle yahu! Öyle mi Murat Efendi… Bak nasıl da 1980’leri, işkenceleri, sürgünleri görmezden geldin! Aman be kardeşim, vallahi çekilmezsin.
Örneğin şu ‘yetmez ama evetçiler’ meselesi. On yıldır ne söylerlerse söylesinler, “Hadi oradan yetmez ama evetçi seni!” yanıtını alıyorlar. Adalet Ağaoğlu’na dahi bu muameleyi reva görenler oldu. Bunun akıl alır bir yanı var mı? Konuları ve insanları birbirinden ayırmak bu kadar mı zor? ‘Evet’ oyu verdi diye Sezen Aksu dinlemediğini söylemişti bir meslektaş zamanında. Çok devrimci bir tavırdı hakikaten! Keşke meslektaşları atılırken tek bir cümle kurabilseydi. Sezen Aksu ‘Git’ şarkısını söylemiş, “söverim gelmişine geçmişine, ayıpsa ayıp” demiş; senin ne faydan oldu bu memlekete! Yoksa boş bulunup Orhan Pamuk’un bir romanını beğendiğinizi mi söylediniz? Aklınızı mı yitirdiniz Allah aşkına, hiç söylenir mi böyle şey! Aptal olduğunuzu, edebiyattan hiç anlamadığınızı, liboşluğunuzu, Nobel’i hiç hak etmediğini vs. anlatmaya başlıyor ‘saçmalama daire başkanlığı’ kıdemli memuru...
Sayfalarca yazılabilecek kadar örnek bulmak mümkün. Bu tarz tepkiler, şuursuz ve duyarsız muamelesi yapılan ve bunu hak etmeyen muhatabını bezdirmek, bıktırmak dışında anlam ifade etmiyor. Muhalifin muhalifi tükettiği, yorduğu bir görev alanı ‘kendinize gelin’ genel müdürlüğü. Ve bana kalırsa iktidarın sırtını dayadığı toplumun ‘geneli’ hakkında ciddiye alınması gereken ipuçları sunuyor, böylesi bir memuriyete heves.
Geçmişe ilişkin bir değeri anmak… Belki artık anısı dahi silikleşen sevdiklerimizle bir arada olduğumuz günleri ve o günlerden kalanları özlemek… Diğer her şeyin, o devrin kötülüklerinin, hatalarının, acılarının görmezden gelinmesi anlamına gelmez, gelmeyebilir. İnsanız nihayetinde…