Kentsel Devrim (?)

Neoliberal dönemde kapitalist yayılma coğrafi mekânı salt bir sahne olarak değil, bir sermaye birikim aracı olarak da kullandı. Daha önce net bir ayrımla kavradığımız menkul ve gayrimenkulün iç içe geçtiği bu özgül süreç, kapitalizmin krize meyilli doğası ile bir araya geldi ve 2008 finansal çöküşü sonrasında tüm dünyada kentsel karaktere sahip protesto hareketlerini ortaya çıkardı.

Bülent Batuman bbatuman@gmail.com

Son on beş yılda “kent” dediğimiz şeyin ne olduğuna dair yeni bir merakın doğduğunu söylemek mümkün. Bunun bir sebebi, daha önce küreselleşme kavramıyla düşündüğümüz olgunun coğrafi sonuçlarının hem kentleri birbirine eklemlemesi hem de kentleri ekonomik ve politik birimler olarak öne çıkarmasıydı. Bir dönem, ulus devlet sınırlarını aşan ağların düğüm noktaları olacakları umulan sınırlı sayıdaki kentin hiyerarşik olarak kendilerine bağladıkları takımyıldız sistemleri gibi görünmekteydi kentler. Bu görünümün bir ölçüde bugün de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak küreselleşme olgusunun coğrafi sonuçları bununla sınırlı değildi; yakın zamana kadar salt kentler çerçevesinde düşündüğümüz sürecin daha önce kent ve kır ayrımı çerçevesinde kavradığımız coğrafyanın bütününe yayılıp onu dönüştüren (ve ayrımları bulanıklaştıran) bir süreç olduğunun farkına vardık. Bu da kent, kentleşme ve ekoloji üzerine düşünme biçimlerimizi sorgulama ihtiyacını doğurdu.

Son on beş yılda artan ilginin bir diğer sebebi ise söz konusu küresel yayılmanın aslında neoliberal biçimiyle kapitalizmin yayılması olmasından kaynaklanıyor. Neoliberal dönemde kapitalist yayılma coğrafi mekânı salt bir sahne olarak değil, bir sermaye birikim aracı olarak da kullandı. Daha önce net bir ayrımla kavradığımız menkul ve gayrimenkulün iç içe geçtiği bu özgül süreç, kapitalizmin krize meyilli doğası ile bir araya geldi ve 2008 finansal çöküşü sonrasında tüm dünyada kentsel karaktere sahip protesto hareketlerini ortaya çıkardı. Yani, bugünün kentinin ne olduğu sorusuyla ilgilenmiyorsak bile, bu sorunun ele aldığı kentsel durumu ve onun sonuçlarını hepimiz deneyliyoruz.

Bu yazıda, kent olgusuna dair bu yeni merakın Türkiye’deki izdüşümlerinden biri olan yeni bir çalışmayı ele almak ve bu çalışma ile diyalog içinde kentin dönüşümüne dair fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Söz konusu çalışma geçtiğimiz günlerde İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından çıkarılan, Eda Acara ile Mehmet Penpecioğlu’nun derlediği Tamamlanmamış Kentsel Devrim: Günümüz Türkiyesi’nde Kent, Kriz ve Gündelik Hayat başlıklı eser. Baştan belirtmem gerekiyor, bu sınırlı alanda kitabın hak ettiği detaylı değerlendirmeyi yapmam mümkün olmayacak; ancak kitabın “kent” üzerine süren tartışmalar bağlamındaki yerini ortaya koyabileceğimi umuyorum.

Tamamlanmamış Kentsel Devrim, Derleyen: Eda Acara, Mehmet Penpecioğlu, 318syf., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2022

Çalışmanın içeriğine geçmeden önce, biçimine dair dikkat çekici bulduğum birkaç noktayı vurgulamalıyım. Her şeyden önce, çalışma alışageldiğimiz derleme kitapların çok ötesinde kolektif bir karaktere sahip. Hem yazarların birbirleriyle ortak yaptıkları çalışmalar, hem de yazıların üretim sürecinde hayata geçirilen ara değerlendirmeler, metinler (ve dolaysıyla yazarlar) arası etkileşimi artırıp yoğunlaştırmış görünüyor. Bu etkileşimin önemli bir dinamiği de kuşkusuz yazarların paylaştığı entelektüel heyecan ve dinamizm. Kitaba ruhunu veren toplumcu duyarlılığın ötesinde, bilgi üretimini bir mücadele alanı ve bir praksis olarak kavramak, yazarları ortaklaştıran ve çalışmanın satır aralarına sinmiş heyecanı üreten dinamik olmuş. Dahası, kitabı oluşturan metinler arasındaki sürekli etkileşim, kitabın bütününü de sık dokunmuş bir hale getiriyor; bu anlamda çalışmayı derleme bir kitap yerine, çok yazarlı bir monograf olarak düşünmek belki daha doğru.

Kitabın temel sorunsalı da, en az biçimi kadar enerjik ve heyecan verici. Yazarlar, bir yandan kent araştırmaları alanında Henri Lefebvre’in açtığı ilham verici kuramsal izleği benimserken, bir yandan da günümüz kentlerini kavramak için Batı (ya da kitapta kullanılan şekliyle Küresel Kuzey) merkezli kuramların yetersizliğini sorunsallaştırıyorlar. Örneğin, yukarıda andığım gibi, güncel kapitalizmin kentsel etkisinin yaygınlaşmasını Lefebvre’in kavramlaştırmasını izleyerek “gezegensel kentleşme” olarak tarif eden Neil Brenner’ın çalışmalarını Küresel Güney’in özgüllüklerini kavramakta yetersiz kalmakla eleştirirken (özellikle Bölüm 2), kitabın İkinci Kısmını oluşturan 4, 5 ve 6. Bölümlerde gezegensel kentleşme yaklaşımını İstanbul ve Ankara kentlerini incelerken başarıyla kullanıyorlar. Kitabın bütününe, Küresel Kuzey kökenli kuramsal yaklaşımları kullanırken Küresel Güney’in özgüllüklerini anlamak için yeni kavramlar üretmeye gayret eden böylesi bir diyalektik yöntemin hâkim olduğunu söylemek mümkün. Bu anlamda çalışma, Türkiye kentlerini anlama çabasının ötesinde bir öneme sahip.

Kitabın kuramsal çerçevesini oluşturan üç temel kavramlaştırma söz konusu. Bunlara geçmeden önce, bu kavramsal çatkının, özellikle yazarlardan Mehmet Penpecioğlu, Mustafa Kemal Bayırbağ ve Seth Schindler’in yaklaşık son on yılda ayrı ayrı ve birlikte ürettikleri çalışmalara yaslandığını belirtmek gerek (bu çalışmaları her bölüm için ayrıca verilmiş olan kaynakçalardan izlemek mümkün). Kavramlaştırmalardan ilki “kentsel kriz” üzerine. Son on yılın kentsel isyan ve protestolarını anlama çabasının bir ürünü olan kavramlaştırma, kentsel krizlerin, kapitalizmin yarattığı yabancılaşmanın denetiminin (yazarların kullandığı ifadeyle “yabancılaşmanın yönetişimi”nin) başarısız olduğu koşullarda patlak verdiğini öne sürüyor (Bölüm 1). İkinci kavramlaştırma ise, Küresel Güney’in kentlerine dair bir yaklaşım inşa etme çabasını yansıtıyor. Küresel Güney kentlerini özgüllükleriyle kavrayacak fakat bunları Küresel Kuzey’deki örneklerden apayrı bir yere konumlandıracak bir özcülüğe düşmeyecek bir yaklaşım için, bu kentlerde gözlenen ortak eğilimler inceleniyor ve bir “Güneyli Şehircilik” tanımının imkânı tartışılıyor (Bölüm 2).

Daha detaylı ele almak istediğim son kavramlaştırma ise kitabın üst başlığını da oluşturan “kentsel devrim” üzerine. Lefebvre’in yaklaşık 50 yıl önce ortaya attığı kavram, sanayi toplumunun yerini alan/ almakta olan/ alacak olan yeni bir toplumu, “kentsel toplum”u haber vermekteydi.[1] Lefebvre’e göre kentsel devrimin ufku gezegensel kentleşmedir; kastedilen tüm gezegen yüzeyini kaplayan bir kent (Star Wars evrenindeki Coruscant gibi) değil, kent dışı alanların da kentsel olana tabi hale gelmesidir. Burada, az sonra geri dönmek üzere, kent ile kentsel arasındaki ayrıma dikkat çekmek istiyorum. Lefebvre, kentsel toplumun ortaya çıkışını çizgisel bir şemayla ifade eder. Buna göre kentleşmenin yüzde 100 olacağı noktaya ulaşmamış (ve belki ulaşamayacak) olsak da bir eşik aşılmıştır; artık kentsel bir toplumda yaşamaktayızdır.

Yazarların kavramlaştırması ile (en azından Türkiye’de) kentsel devrim tamamlanmamıştır. Bu kadar önemli bir argümanın kitabın kuramsal çerçevesini oluşturan Birinci Kısımda değil de daha ileride (Üçünü Kısım, Bölüm 7) sunulması dikkat çekici. Yazarlara göre “tamamlanmamış kentsel devrim” sürmekte olan kapitalist kentleşme sürecinin farklı coğrafyalarda benzer ve eş zamanlı gerçekleşmemesinin bir ifadesi. Dünyanın farklı yerlerinde kentleşme dinamiklerinin özgül hız ve biçimlerde cereyan ettiği kuşkusuz doğru olmakla birlikte “tamamlanmamış kentsel devrim” kavramlaştırmasını hem sorunlu hem de yanlış buluyorum. Sorunlu buluyorum zira “tamamlanmamış” ifadesi hem teleolojik (tamamlanmaya doğru giden doğrusal bir süreci ima eden) bir çağrışıma sahip hem de normatif (“tam kentsel” bir durumun varlığını ve bunun norm teşkil ettiğini kabul eden) bir yanı var. Bu yüzden bu kavramlaştırmanın kendi içinde tutarlı olmadığını düşünüyorum. Kentsel devrimi (aslında genel olarak “devrim”i) geri dönüşsüz bir eşik olarak ya da her kırılma veya sıçrama anını ifade eden bir kavram olarak düşünmek mümkün. Birincisinde (Lefebvre’in kullandığı anlamda) artık kentsel bir toplumsal duruma ulaştığımız ve bu anlamda aştığımız bir eşik söz konusudur. İkincide ise kentleşme süreçlerinde her kayda değer sıçrayışı bir kentsel devrim olarak tanımlamak. Bu iki kullanım da kendi içinde tutarlı olabilir.

“Tamamlanmamış kentsel devrim” kavramlaştırmasını yanlış bulmamın sebebi ise, yazarların aksine Türkiye’de, AKP iktidarı döneminde, kentlerin ötesinde tüm coğrafyayı kentsel olanın mantığına tabi kılan bir kentsel devrim yaşandığını düşünmem. Burada detaylandırmam mümkün değil ancak, siyasal İslamın özgül bir karakter verdiği bu dönüşüm süreci (siyasal İslamın kitaptaki tartışmalarda yer bulmamış olmasını da bir eleştiri olarak not düşeyim) sadece kentleri yoğunlaştırıp yaygınlaştırmamış, aynı zamanda yazarların kullandığı ifadeyle “farklılaştırmıştır” da. Örneğin Türkiye’de büyükşehirleri il sınırlarına genişleten 6360 Sayılı Yasa sonucu, daha önce kırsal olarak kategorize edilen alanlar metropoliten alanlara katılmıştır. Bu alanların bir gecede kent haline gelmesi söz konusu olmasa da bu alanların kentsel olana katıldığı ve onu dönüştürdüğü kuşkusuzdur.

Kitabın bütününe dönecek olursak, kurgusu ve yöntemiyle bütünlüklü bu çalışma Türkiye’deki son dönem kentleşme sürecini çözümlemeye, bunu yaparken de Küresel Güney’in özgül kentleşme biçimlerini kavramaya (ve kavramsallaştırmaya) katkı sunuyor. Ancak, burada sadece kavramsal tartışmalarına değinebildiğim çalışmanın salt kuramsal metinlerden oluştuğu izlenimi oluşmamalı. Aksine, çalışma titiz saha araştırmalarına yaslanıyor ve kentsel siyaseti farklı ölçeklerde inşa eden bileşenleri, farklı temalarla (kentsel ekoloji, toplumsal cinsiyet, kentsel toplumsal hareketler, mülteciler) irdeliyor. Güncel uluslararası literatür ile diyalog içindeki bu çalışma, son dönemde Türkiye’de sayıları artan kentsel çalışmalar konulu eserler arasında dikkate değer bir yerde duruyor.

[1] Bu kavramlaştırmanın 1968 isyanları ile ilgili olduğunu belirtmekte fayda var. Zira kavram, sanayi proletaryasını da kendi içinde pasifize etmiş tüketim toplumu koşullarında (Lefebvre buna “yönlendirilmiş tüketimin bürokratik toplumu” der) isyan dinamiğinin ekonomik altyapıdan değil, kentsel yapıdan filizlendiği/ filizleneceği argümanı ile ilişkilidir. Yani, Lefebvre’in 1968’i doğuran koşulların ne olduğunu anlama çabasının ürünüdür.

Tüm yazılarını göster