Geçen yazımda Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisi içine inşa edilen Ankapark’ı tartışmaya başlamıştım. 1950’lerden başlayarak, çeşitli kurum ve kuruluşlara devredilen parçalarla giderek küçül(tül)en AOÇ arazisinin yaşadığı süreç, önceki yazıda değindiğim kentleşme dinamikleri yanında, böylesi bir kamusal mekâna sahip çıkılamayışının bir göstergesi, kentlilerin aidiyet duygusunun (veya bilincinin) politik bir baskı unsuru haline gelecek derecede olmadığının da bir kanıtıydı. 2006 yılında AOÇ alanında plan yapma yetkisinin Ankara Büyükşehir Belediyesine devri ile başlayan son perde ise, fütursuz kent yönetiminin neleri “başarabileceğinin” bir örneği oldu. AOÇ arazisinin doğal sit statüsünün 1.dereceden 3.dereceye indirilmesi ve daha sonra arazinin kentsel dönüşüm alanı ilan edilmesi gibi adımlarla yapılaşmanın önü iyice açıldı, Gökçek yönetiminin alamet-i farikası haline gelen, dinozorlarıyla zihinlere nakşolmuş Ankapark böylece mümkün hale geldi.
Ankara Çayının taşkın alanında inşa edilen, hukuka uygunsuzluğu kadar ekonomik verimsizliği de ta başından belli olan bu “çılgın proje” 800 milyon dolarlık maliyeti ve harabe ile hurdalık arasında salınan görüntüsüyle önümüzde duruyor. Önceki yazıda, önümüzde duran bu nesnenin görsel imgesinin politik niteliğini tartıştım. Büyükşehir Belediyesinin bu nesneyi görsel temsiller aracılığı ile erişilebilir kılması ve kamusallaştırması çok doğru bir başlangıç noktasıydı. Zira kamu kaynaklarının akla ziyan ölçekte har vurup harman savrulduğu bu örneği, hem bir daha benzeri yaşanmaması için, hem de bundan sonra ne olacağı sorusunun toplumsallaştırılabilmesi için gündeme etkili bir şekilde taşımak elzemdi. Bu anlamda, dolaşıma giren Ankapark görselleri, AKP kent yöneticiliğinin vardığı son noktayı gösteren temsiller -politik niteliği olan temsiller- olarak düşünülmeli.
Evet, yukarıda vurguladığım gibi Ankapark fiyaskosu gözümüzün önünde duruyor. Fakat sadece bir görüntü, ibretlik bir vesika olarak değil, bu alanın şimdi ne olacağına dair bir problem olarak da duruyor. Ve bu niteliğiyle, bir problem olduğu kadar da bir fırsat. Zira bu problemin çözümü, sadece kendisini ortadan kaldıracak bir yeni projeyi değil, benzer biçimde, akla, bilime ve kamu yararına aykırı şekilde inşa edilen birçok başka alanın nasıl ele alınacağına dair bir yöntemi de geliştirmenin imkanını sunuyor. Doğru biçimde ele alınırsa, Ankapark’ın kente ve kentliye kazandırılması süreci, hem benzer alanların sağlıklı dönüşümünü sağlayabilir, hem de kentsel demokrasinin inşasının önünü açabilir.
Ankara Büyükşehir Belediyesinin Ankapark’ı erişilebilir kılmaktan sonraki adımı, bir anket başlatmak oldu. “Ankapark’ın geleceğine birlikte karar veriyoruz” sloganı ile başlatılan anket çalışması online bir form üzerinden ve kimlik bilgileri ile birlikte sorulan tek soruyla, “Sizce Ankapark ne olmalı” sorusuyla tamamlanıyor. Oysa, anketler hızlı ve geniş tabanlı eğilim yoklamaları için işlevsel görünse de, bu kadar karmaşık problemlere çözüm üretmek için anlamlı araçlar değiller. Bunun ötesinde, bu tip anketlerin bir katılım mekanizması olarak görülmesi ciddi riskler barındırmakta. Bu yüzden bu konuyu biraz daha detaylı tartışmakta fayda var.
Ankara Büyükşehir Belediyesi, Ankapark’tan hemen önce de, Ulus’taki 100. Yıl Çarşısı’nın akıbeti için bir anket çalışması başlattı. Hala oy kullanılan bu ankette kentliler, Ulus Meydanı ve 100. Yıl Çarşısı’nı içine alan bölgeyi gösteren taslak proje görselleri üzerinden şu iki seçenekten birine oy vermeye davet edilmekte: “100. Yıl Çarşısı’nın korunarak yeniden işlevlendirilmesini tercih ediyorum” veya “Ulus’a kentsel bir meydan yapılmasını tercih ediyorum”. Oysa, Çarşı’nın ne olabileceği ve ne olması gerektiği konusu geçtiğimiz aylarda, yine Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği, iyi hazırlanmış bir yarışmayla ele alınmıştı. Bu yarışmanın varlığına, yarışma sürecinde görev alan uzmanların hem yarışma öncesi yaptıkları hazırlıklara hem de jüri sürecinde ortaya koydukları titiz çalışmaya, yarışmacıların onca emeğine, ve belki de en önemlisi, yerel yönetimin yarışma sürecini katılımcı bir mekanizma olarak sahiplendiği iddiasına ters düşen bu anketin “Ortak Akıl” mekanizması olarak sunulması kaygı verici.
Burada, önceki yıllarda Melih Gökçek’in sıkça başvurduğu ve kendi kararlarını dayatmak için bir plebisit gibi kullandığı anketleri hatırda tutmak anlamlı olabilir. Temellendirilmemiş ve yeterince tartışılmamış konuların oylamaya sunulması her şeyden önce çoğunlukçu sonuçlarla karşılaşma olasılığını artırır ve dolayısıyla azınlığın hukukunu ihmal etme riski barındırır (Gökçek’in gece metro seferlerini sınırlandırması ve son sefer saatlerini erkene çekmesi bunun bir örneğiydi). Dahası, teknik boyutu olan konuların basit seçeneklerle popüler oya sunulması, günümüzde ciddi bir eğilime dönüşmüş bulunan (“hakikat-sonrası” kavramıyla ifade bulan koşullarda gelişip serpilen) anti-entelektüalizmi besliyor. Bilimsel yöntem ve teknik bilgiyi hor görme yönündeki bu eğilim yöneticilerde hızlı iş üretme tutkusunu, kentlilerde ise popülist iktidarları destekleme eğilimini körüklüyor. Oysa demokrasi, karar sürecinin genişliği kadar derinliğini de içerir. Örneğin, bir ülkede seçimlerin yapılması çağdaş bir demokrasi için yeterli değildir. Seçimlerin anlamlı olabilmesi için, toplumun seçimlerin dışına kalan süreçlerde de örgütlü yapılar içinde yer alması, siyasetin gündemini oluşturan konuların etraflıca tartışıldığı, karar alma süreçlerinin müzakerelerle şekillendiği bir çerçevenin var olması gerekir. Bu süreçler siyasal kültür olarak demokrasinin benimsenmesi için hayati önemdedir.
Buradan, teknik boyutları olan konularda karar yetkisinin teknik donanımı haiz uzmanlarda olması gerektiği sonucu çıkmamalı. Aksine, kentsel demokrasinin inşası için asıl söz konusu olan, kentlilerin hem kentsel gündeme dair bilgilerinin hem de kentsel katılım mekanizmalarını kullanmaya dair deneyimlerinin artırılmasıdır. Bu açıdan, özellikle kamusal mekânların dönüşümüne dair konuların birbiri ile etkileşim içinde işleyen farklı mecralarda ele alınması gerekir. Uzmanların geliştireceği çözümlemelerin, yerel yönetimin yapısal parçaları olarak kurgulanacak katılım mekanizmaları içinde STK’lar, mahalle inisiyatifleri, meslek örgütleri gibi yapıların temsilcileri ile müzakere edilmesi gerekir. Ancak bu müzakerelerin şeffaf biçimde sürdürülüp kentlilerce izlenebilir kılınması halinde, en son aşamada halkoyu gibi yöntemlerin sağlıklı sonuç vermesi mümkün olabilir.
Önümüzdeki seçim süreci, gidişatın gösterdiği gibi AKP iktidarının sonunu getirir ve muhalefet bloğu söz verdiği gibi demokratik bir parlamenter sistemin inşasına girişirse, yine AOÇ arazisi içine hukuksuz biçimde inşa edilmiş olan Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesinin nasıl kullanılacağı sorusu gündeme gelecektir. Burada mesele bu devasa alanın ve inşa edilmiş bulunan yüzbinlerce metrekare yapı alanının nasıl kullanılacağına dair en parlak fikri bulmaktan ibaret değildir. Bu fikre ulaşma sürecinin kendisi, bulunacak fikir kadar önemli olmalı. Ancak gerçekten katılımcı bir süreçle ulaşıldığında bu yeni program kamusal mekânların kullanımı ve dönüşümü için demokratik süreçlerin kurumsallaşmasına ve kolektif kentsel deneyimimizde köklenmesine katkı sağlayacaktır.