Kentsel siyaset ve demokrasi
Kente dair, kentteki hayatı şekillendirmek üzerinden bir siyasete dair bir şeyler söyleyen yok gibi… Liderin, merkezin sesi olan teşkilatların, demokrasiyi yerelden dönüştürecek aracılar olmadığı net.
Yerel seçim gündemiyle sadece adaylara ve partilere odaklanmış olsak da bu süreçte kent ve insan ilişkisi, kentte yaşayanların kurduğu ortaklıklar ve en nihayetinde gündelik hayat üzerine düşünecek pek çok nokta var. Kentsel siyaseti imar faaliyeti, nereye ne kadar yol/metro yapılacağı üzerinden düşünmek, işin sadece teknik, mühendislik boyutunu görmek, birlikte yaşamı nasıl şekillendireceğimizi düşünmeyi engelliyor. Oysa ki kentlerin nasıl oluştuğu ve dönüştüğü ile siyasetin nasıl şekillendiği arasında doğrudan ilişki var. Biz Türkiye’de yaşadığımız kentlere müdahale ve onu dönüştürme imkanlarına çok az sahip olduğumuz için demokrasiyi, siyaseti, diğer kurumları dönüştürmekte de çok az alana sahibiz. Çünkü kentler bizim değil. Müdahale edemediğiniz alanlar da demokratik değildir. Yerel siyasetin demokratik başlamaması, kentsel hayatı biz seçmenlerin/yurttaşların şekillendirememesi ile bağlantılıdır. Türkiye’de Ege’de sahil kasabasında emeklilik hayallerinin bu kadar popüler olmasının, biraz da kente dair herhangi bir müdahale şansı kalmayan insanların siyasetten soğuması ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Esasen kentsel alanlar, birlikte yaşamın ve bizim gibi olan/olmayanlarla etkileşimin ana güzergahları olarak siyasetin temel unsurlarındandır. Castells, Harvey, Swyngedouw, Lefebvre gibi düşünürlerin gösterdiği gibi bir araya gelmek, organize olmak, iyi yaşamın gelişimi için örgütlenmek ve dünyayı değiştirmek adına kente müdahaleler, siyasi ilişkileri şekillendirir. Oradaki güç ilişkileri, çekişme, yarışma ve işbirlikleri yeni kurumları ve toplamda yeni bir hayatı şekillendirir. Kentteki yaşam, ortak olanı şekillendirme ve onun nasıl ilerleyeceğine dair mücadele ve müdahale içerir. Bu şekilde toplumsal yaşam şekillenirken, kendi alanlarımızı kurma özgürlüğüne erişiriz. En nihayetinde “kent hayatı özgürleştirir”. Hayata müdahale özgürlüğü, siyasalın olası yeni alanlarını yaratır.
Kente dair bu potansiyellerin tarihsel süreçte de siyasetin dönüştürücü olduğunu görüyoruz. Antik dönemde özgürlük bir kent-devletinin parçası olmak, (tabii ki öncelikle erkek ve beyazlar için) yaşamın bir parçası olmak anlamına gelir. Vatandaşlık/yurttaşlık, kentsel mekanla anlam kazanmıştır. Köylülerin olan biteni sessizce kabulüne karşı kent havası, yeniliğin imkanlarını taşır. Burjuvanın gücü kentsel hayatı örgütlemesi, kafe ve derneklerindeki konuşmaları daha yüksek sesle yapması, gazete ve dergilerini kentin içinde dolaştırmasıyla artmıştı. Paris Komünü’nde olduğu gibi emekçilerin buluştuğu mekanlar, yeni direnişleri yarattı. Meydanlar, kalabalıkları bir araya getiren ve burada yeni olasılıkları daha güçlü sesle, dayanışma içinde ifade etmeyi yaratan olgulardı. Sabit bir yer değil; müdahaleye ve değiştirmeye açık, belirsiz sınırlara sahip alanlardı.
Kentin bu tarihsel, teorik ve pratik gücünü Türkiye siyasetinde görmek mümkün mü? Yerel siyasette kentlerin demokratik yüzünü, siyasal gücünü ve kitlesel imkanlarını görmek, göstermek ihtimali var mı? Büyük oranda hayır. Müteahhitlerin, şirketlerin nereye bina diksem, nereye yol yapsam, hangi boş araziyi imara açtırsam diye gördüğü kentler, esasen öncelikle ortak alanları, bir araya gelinecek alanları şekillendirmekle anlam kazanabilir. Tarihsel süreçte bir kale etrafına örgütlenmiş, pazar yeri şekillenmiş, sonrasında park ve meydanları oluşmuş kentler, öncelikle ortak alanlarıyla vardır. Bütün ünlü kentlerin ünlü meydan ve parkları vardır. O kentle özdeşleşmiş toplanma alanları mevcuttur. Türkiye’de bu sembolün önemini Gezi Parkı ile bir kez daha hatırlamıştık. Bir arada yeni bir hayatı, birlikte kurabilmek için bu ortaklıklara ihtiyaç olduğu kesin. Biz ise hala ulaşma, yol açma, yol aşma derdindeyiz. Dünyayı değiştirmeyi, dağları aşmak ile eş tutmaktayız.
Ulaşma ve oraya hakim olma arzusunun da temel siyasi bir itki olduğunu söylemek mümkün. Fethetmek, kontrol etmek, vergi almak için önce oraya ulaşabilmek gerekliydi. Bunun için de orduya ve ordu için mobilize edilebilecek nüfusa ihtiyaç vardı. Modern hayat ise daha kurumsal yollarla bu ulaşımı sağlar oldu. Kişilerin değil önce hukukun bir yere ulaşabilmesi… Türkiye Cumhuriyeti erken dönemlerinde köylüyü köyde tutma, onu köyde eğitme ve modernleştirme adına Köy Enstitüleri’ne önem verdi. Kentlerde Halkevleri kısmen bu düşünsel ve pratik dönüşümde rol oynadı. İstasyonların etrafında örgütlü sosyal tesisler, orada kurulan spor kulüpleri yine ortak hayatı şekillendirecek merkezi noktalardan oldu. Fabrikaların ülkenin farklı yerlerinde konuşlandırılması, yerel ürünlerin değer kazanması için bir yol oldu. Topluluklara ayrılmış ilişkilerin ve feodal ilişkilerin yönettiği yereli, merkezin doğrudan ve dolaylı etkileriyle dönüştürmek, aynı zamanda yeni bir ulus kurma anlamına geliyordu. Cumhuriyetin birliktelik duygusunu kurmak adına, büyük oranda köylü nüfusun bir anda merkeze taşınmasından ziyade, merkezin düşüncesinin taşraya ulaşması hedeflendi. Başarısı tartışılır tabii ki ama bunun daha yavaş ve uzun vadeli bir yol olacağı kesindi.
1945 sonrası dünyada ise bu kez hız, ticaret, yeni ürünlerin ve bunların ulaştırılması önem kazandı. Düşünceden ziyade para akışı öne çıktı. Amerikan tarzı siyaset sadece liberal demokrasi ve kapitalizmle değil Amerikan tarzı hayatın yayılmasıyla da ilgiliydi. Eğlence ve tüketimin kanaatkarlığın yerini alması, uzun yıllar boyunca sıkıntı yaşamış halkın zenginlik vaadini sahiplenmesi, merkezin taşraya ulaşma hedefinde partinin sert rolü ve onun karşısında serbestlik arayışı, kentlerin cazibesini de artırdı. Kente hızlı göç, beraberinde çarpık kentleşme ve altyapı sorunları getirirken tarımdan ticarete dönüşümde yaşanan hıza ayak uyduramama ile beraber Türkiye demokrasisi de çarpık biçimde ilerlemeye devam etti. Kentleşme en nihayetinde kapitalizme eklemlenme süreciydi. Ne burjuvazinin özgürlük talepleri ne işçi sınıfının örgütlü gücü Türkiye demokrasisini şekillendirebildi. Yerine başta ordu olmak üzere çeşitli güç odaklarıyla yakın veya uzak olma üzerinden büyük meselelere odaklanmış, kentteki gündelik hayat dertlerini sorun etmeyen, iktidarı kontrol etmenin her şeyi çözeceğini sanan bir siyaset işleyişi yerleşik hale geldi.
Bugün de yerel seçimler, genel dertlerin, genel merkezlerin, liderlerin ve elitlerin kontrolündeyken kentte yaşayanların sesi duyulmuyor. Kente dair, kentteki hayatı şekillendirmek üzerinden bir siyaset, buna dair bir şeyler söyleyen yok gibi… Liderin, merkezin sesi olan yerel teşkilatların, demokrasiyi yerelden dönüştürecek aracılar olmadığı net biçimde görülüyor. Çoğunun derdi, büyük pastadan yerel düzeyde bir parça almak. Kamusal alanı şekillendirmek, birlikte eylemek, ortak duygudaşlığı geliştirmek, saflık veya enayilik gibi kalıyor. Biraz daha zorladığınızda terörist ya da bölücü olarak nitelendirilmek ise daha keskin bir ihtimal.
Sonuçta bugün olduğu gibi siyasetten kaçış, kentten kaçışa dönüşür. Taşra, köy evi, bağ bahçe yeniden iyiliğin göstergesi haline gelir. Siyasetin sorun çözmediği, tersine sorun yarattığı yerde umut, emeğinin karşılığını verecek koyuna kuzuya tavuğa umut bağlamaya dönüşür. Böylece feodal köklere geri dönülür. Kentteki uzak saraylarında yaşayan asillere bulaşmamak, arada bir homurdanmak, Scott’ın benzetmesiyle efendinin önünde eğilirken sessizce gaz çıkarmak ama sonuçta köklü müdahaleden hep kaçınmaktır.
Buradan çıkış için yeni bir hayatın, özgürleştirici kentin yeniden keşfedilmesi gerekiyor. Daha iyi demokrasi için daha iyi kent yaşamı ve kentle kurduğumuz bağı güncellememiz gerekli.
* Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Doç. Dr.