Bir kent daha ne yaşasın? Yıkıldılar, günlerce çığlık attılar, çadır beklediler, enkaz zehri soludular, sıcaktan kavrulurken su bulamadılar, yağmur yağarken su içinde kaldılar. Hayattaki tek umutları olan zeytinliklerini korurken dayak yediler. “Bunlardan hayır yok. Bari bizi temsil edecek birilerini seçelim” dediler, seçtikleri vekili esir aldılar. Bir kent ve halkına, o vahim tarihsel olayın taşıdığı ne kadar anlam varsa hepsini somut olarak yaşatıyorlar. Antakya’yı bile isteye Kerbela’ya çevirdiler!
Bile isteye çünkü, 6 Şubat depreminden hemen sonra kente gidenlerin gördükleri manzara karşısında zihninde beliren o meşum soru, gün gün yanıtını buldu: Antakya’ya özel bir yaklaşım mı var?
***
On binlerce kişi ‘konteyner kentlerde’ yaşıyor. Adı ‘kent’ ama sıcakta yakan, soğukta donduran, acil hallerde geçici süre için kullanılabilecek birer teneke kutu bunlar. İçinde bir yaşamı sürdürmenin imkansız olduğunu, yaşayanlar bilir. Deprem günlerinde insanlar o kadar çaresiz bırakıldı ki, seçimden önce gelişi güzel, plansız, altyapısız, sonrasında ne olacağı düşünülmeden yığılan konteynerler, çoğu kimseye bir çözümmüş hissi verdi. Oysa iktidar için meseleyi paketleyip, bir kutuya hapsedip, gözden ırak tutmanın politikasıydı. Başarılı da oldu işin doğrusu. Yardım dağıtımından eğitime, psikolojik-sosyal desteklere, kadın ve çocuklara yönelik özel projelere kadar, iktidar gündelik yaşamı da kendine yakın vakıf ve derneklerle organize ediyor. Hikmet Kiler Vakfı, Şule Yüksel Şenler Vakfı, Mavi Hilal Vakfı ve daha pek çok İslami oluşum bölgede devletin bir uzvu gibi çalışıyor. Haliyle bir takım maddi imkanlara ulaşmanın yolu da bu ‘toplumsal ağlar’dan geçiyor. Hani bürokrasinin yerini aldılar denilse yeridir.
Böylece ciddi sorunlarına, eksikliklerine rağmen sanki orada düzenli bir yaşam sürüyormuş gibi görüyor, ülkenin geri kalanı. Arada kilometrelerce uzanan su kuyruklarıyla ya da konteynerler yağmur altında kalınca gündeme gelebiliyor. Elbette iktidarın bütün bu kuşatmasını aşıp bıkmadan usanmadan çabalayanlar, kediyi köpeği bile düşünenler, çocuklara kol kanat gerenler, sağlık sorunlarını gidermeye çalışanlar, hayati ihtiyaçlar için koşturup duranlar var. Lakin o kadar işte.
Peki iktidar ne yapıyor?
Antakya’ya bakarken, daha ilk günden itibaren felaketin bir ‘mekânsal yeniden düzenleme fırsatı’ olarak görüldüğünü ihmal etmemek lazım. Bir yandan insanlar gelecek yaşamlarının nasıl olacağına dair bir belirsizliğe mahkum edilirken, diğer yandan iktidarın esas planları açısından bir belirsizlik bulunmuyor.
Antakyalılar bütün bir yaz boyunca sadece susuzlukla uğraşmadı. Zeytinliklerinin, tarım arazilerinin gaspını engellemek, deniz kıyılarını, çevreyi korumak için de çabaladı durdu. Zira birkaç yıl önce gündeme gelen fakat bir şekilde mevcut yasal prosedürlere takılan; baronun, gönüllü çevre platformlarının öncülüğünde yürütülen hukuki mücadeleyle set çekilen bir dizi sermaye projesi, depremle beraber hayata geçirilmeye başlandı. İlk bakışta, “ne güzel, sanayi kuruluyor, kent gelişecek, istihdam, refah artacak” denilebilir. O ilk bakışın, AKP döneminde sebep olduğu yanılgıları şöyle bir hatırlayın diyerek, projeleri kabaca sıralayalım.
***
Hatay OSB, sahip olduğu rezerv genişleme alanıyla beraber Türkiye’nin en büyüğü olma potansiyeli taşıyordu. 2022 yılında bu çerçevede çalışmalar başlamıştı. Depremle beraber kurtarma çalışmaları sürerken yayınlanan özel bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kamulaştırma ve arazi tahsisi hızlandı. Hatay’ın bütün ilçelerinde OSB genişlemesi devam ediyor. Ne uğruna? Türkiye’nin en verimli tarım arazilerinin yok edilmesi pahasına. Kentle, üstelik de yerle bir olmuş bir kentle uyumlu düşünülmesi gereken genişleme, üzerindeki yaşamı kökten değiştirecek bir coğrafi yayılım gösteriyor.
Diğer bir proje ise ByPort AŞ’nin 2020’den beri Erzin’de kurmak için çalıştığı devasa polipropilen tesisi. Burası narenciyenin yoğun olduğu, sazlıkların, sulak alanların ve verili tarım arazilerinin bulunduğu, doğal yaşamı zengin, Burgaz gibi halkın kullanımına açık ve koruma altındaki sahile sahip bir yer. Kimyasal atıkların çevreye ve insan sağlığına vereceği zararlar defalarca bilirkişi raporlarıyla kanıtlanmış tesis, depremi de fırsat bilip açıkça yasadışı şekilde inşa edilmeye devam ediliyor.
Esas büyük proje ise Varlık Fonu’nun yapacağı petrokimya tesisi. Kaynakları Meclis denetimi dışında olan, Saray ailesinin kontrolündeki Türkiye Varlık Fonu (TVF), bu tesis için geçen yıl TVF Rafineri ve Petrokimya şirketini kurmuştu. 17 Temmuz 2022 günü Çevre ve Şehircilik, İklim Bakanlığı’na ÇED başvuru yapılmıştı. Şu bilgiler ÇED raporunda yer alıyordu:
"Tesis, ekim yapılan ve yüzde 85’i kamulaştırılan tarım arazileri üzerine kurulacak. Nesli tehlikede kum zambakları ve kaplumbağaların yuvası. Endemik, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya, nadir ve koruma statüleri ulusal ve uluslararası düzeyde olan kuş türleri de çevrede yaşıyor. Ayrıca tesisin 850 metre yakınında yerleşim alanları bulunuyor. Dolayısıyla proje alanı hassa özelliklere sahip.”
Buna rağmen itirazlar, hukuki süreç beklenmeden, deprem fırsat bilinip 29 Mart 2023 günü onaylandı, ÇED raporu. Son günlerde projeye Suudi Arabistan sermayesinin de ortak edileceği konuşuluyor. Zaten iktidar yakın zamanda anlaşmalar ve iş birliklerini içeren çok sayıda mutabakat zaptı da imzalamıştı.
Tüm bunlara çalışacak ucuz emek gücünü, onlara inşa edilecek konutları, yolları, altyapı yatırımlarını da ekleyin.
Kısaca Hatay’da hiçbir şey yapılmıyor değil. Yapılmayan şey; yüz binlerce insana yeni yaşam kuracak kaynakları ayırmak, kış gelmeden teneke kutulardan kurtarmak, sağlık, eğitim vb. hizmetleri düzenlemek. Yapılan şey ise iktidarın ve sermayenin arzuladığı değişimi hızlandıracak adımları atmak.
Bir yanda her yağmurda sular altında kalan konteyner yaşamlar, diğer yanda eldeki kaynağın seferber edildiği, çevreyi, kıyıyı, tarımı tarumar eden tesisler…
Acizlik, beceriksizlik değil, net bir tercih bu.