Kerim Akbaş: Hiçbir şeyle uzlaşma yok

Kerim Akbaş'ın ilk şiir kitabı Lodos Devam geçtiğimiz günlerde Edebi Şeyler etiketiyle okuyucu ile buluştu. Bu vesileyle konuştuğumuz Akbaş, "Şiir yazacak insana bir toz yumağı yeter" dedi.

Abone ol

Anıl Cihan

DUVAR - Kerim Akbaş'ın, hayatın yüzüne bir yumruk gibi savurduğu Lodos Devam kitabı, hem şairin ilk kitabı olması hem de kuvvetini bu gezegende yazılmış köklü şiir geleneğini es geçmeden, onu iyi kavrayıp nerede durması gerektiğini, kendi sesi, üslubu, imge düzeninin sağlığını önemseyerek oluşturması dolayısıyla dikkat çekici. Olayların, olguların, kabul edilmiş - edilmekte olanın üzerine yürüyen dili, sağlam bir damarın habercisi. Verili olanı reddedip, bozmanın ve yeniden yapmanın kıymetini bilen, değişimin, değiştirmenin kıymetini bilen bir duruş. Şiiri hayattan beklemeyip, onu hayatın içine girerek çıkartan, eksilerini ve artılarını şiire çevirebilen, şiirden taraf olan, rotasını “Hiçbir şeyle uzlaşma yok” olarak belirleyen Kerim Akbaş'la konuştuk.

İlk olarak söyleşimize bu noktadan başlamak istiyorum. Kitabın oluşumevresinde, ilk kitabın ağırlığı, zorluğu, getirileri nelerdir? Lodos Devam Kerim Akbaş’ın, ilk kroşesi diyebilir miyiz?

Şunu söyleyeyim: ‘’benim şiirim’’, ‘’benim kitabım’’ ile başlayan cümleleri hiç sevemedim, sarf etmedim, ben oralarda yokum. Bu, artık benden çıktı ve hakkında söyleyeceğim şeyler olabilir mi, bundan da emin değilim. Duyururken, özellikle ‘’sizin’’ kelimesini bu yüzden seçtim.

Dosyayı hazırlamak biraz uzun sürdü ya da ben yavaş davrandım. Başlarda garipsedim bu şiirlerin kitap olma hadisesini. Bir bütünlük sağlayabilmek adına çok şiir eledim. Özellikle Duvar’dan söz açacağım. Şiirleri kitap haline getirirken Duvar’da yayımladığım şiirlerden yola çıktım. Orada çünkü bir hadise var. Ard arda yayımlanan bu şiirlerin hadisesi kitabı hazırlarken bana çok yardımcı oldu. Yine de kitap konusundan değil de doğrudan şiir konusundan yanayım.

Notos’un 2012 Nisan-Mayıs sayısındaki röportajında küçük İskender şöyle söylüyor: ‘’şair kitap yazmaz, şiir yazar’’. Kendini, ilk kitabın ne olduğunu anlamaya çalışırken bulan herkes gibi ben de şiirleri kitap haline getirirken bu doğrultuda (bir bütünlüğe) yürüdüm.

Lodos Devam, Kerim Akbaş, 64 syf., Edebi Şeyler Yayınları, 2018.

Lodos Devam, dört bölümden oluşuyor. Ya da dört kapı da diyebiliriz bu bölümler için. Kitabın içine girilebilecek ya da bu savaştan yorulan okurların soluk almak için çıkabilecekleri dört kapı. İlk bölüm/ kapı ‘harabe alanı’. Daha çok geri çekilmiş, olayları, olguları dışarıdan izleyen, takip eden bireyin durum değerlendirmesi olarak okunabilecek, yaralarını hafızasından çıkarmayan, onları hafızasında, bir sır gibi saklayan bireyin ‘ben’ diliyle -bencilliğe düşmeden- yalnızlığa saçılması. Neler söylemek istersiniz?

İnsan kendi 'ben'iyle gerçekten harabe alanında karşılaşıyor. Orada hırpalıyor kendisini daha çok, oradan bir şey yaratamazsa o harabenin daha da kötüsüne dönüşecek çünkü. Belki de kendisi harabe devam ediyor. Alanın anlam olarak karşılığı çok geniş, harabe alanı… Geriye çekildiğine ve hafızasını kurcaladığına katılıyorum ama hazırlanıyor, bir sonraki bölüme, içten içe. Ben, ya hazırlanamıyorsa, sorusunun üzerinde durdum. Hem ben ile hem de harabe alanı ile.

Harabe Alanı için ön plana çıkan ben, tekil bir ben değil, biricik değil yani. Diğer taraftan da biricik, ‘’tarihte yer yok’’ diye bağırıyor. Nasıl çıkacağız işin içinden? İlk şiirde, İnziva’da şöyle söylüyor: "insan kendine ben dedikten sonra açmaz mı yarayı kendinde."

Bu harabede buna gücü yeterse kalkacak, kalkmak zorunda. O harabelerden çıkmak zorundayız.

Lodos Devam’ın bir diğer üzerinde durulması gereken noktası, kendi kuşağını mercek altına alması. 90’lar bu aşamada önemli. Kuşak demekte yerinde olur sanıyorum. Sizin şiirinizde ise, 90’lar ‘kop koyu bir rüya’ şekline bürünüyor. 90’kuşağının hayata ve şiire karşı olan tavrını nasıl görüyorsunuz? Uzlaşma noktasında, 90 kuşağı şiiri yanına alıp hayatı kendi doğruları etrafında yeniden şekillendirebilmiş midir?

Biz 90'lar çocuklarıyız, alışkanlıkların son nesli. Teknolojinin muazzam bir çılgınlık olmadığı, alttan alttan yayılmaya başladığı zamanların tanığıyız. Bu tanıklık günümüze kadar uzandı. Bence çok mühim burası, olanı biteni izledik ama hep müdahildik. Yakın tarihi iyi çalışanlar bileceklerdir, tek iyi bir gün yok. Kopkoyu bir rüya olması doksanların, bize dair.

Çoğumuz tanışız. Neredeyse birbirimizi ilk şiir yayımladığımız zamanlardan beri tanıyoruz. Bizim 90 çocuklarının yazdıkları her şeyde, şiir olsun öykü olsun, kıyısından köşesinden bir kaybetmek teması muhakkak var. Hepimizde var. Bu kaybetme ama saf, katıksız bir vazgeçiş değil. Kendisiyle girdiği savaştan kendisini kaybetmiş sayarak çıkmak veya çıkamamak, var. Nitekim asla kaybetmeyi kabullenme yok. Kaybetmek, tabii ki tema olarak, sadece kendisine, diğer her şeye karşı tavrı net! Tarihe karşı mesela, asla! Bunu asla kabullenmek yok. Bu, gardımı indirmiyorum tavrı doğrultusunda mühim politik işler çıkıyor.

Hepimiz adına söyleyeyim, hiçbirimizde, hiçbir şeyle uzlaşma yok. Kendi adıma söyleyeyim, baştan sona öfke doluyum.

'TARİH BENDE SAF BİR ÖFKE UYANDIRIYOR'

İkinci bölüm, Unvan Maçı. Bu bölüm içinde yer alan şiirler, diğerler şiirlere nazaran toplumsal izlek boyutunda düşünecek olursak, galip gelme umuduyla, tarih, hayat, insan üçgeninde ringe çıkıyor. Rakip, her dönem iktidar erkleri tarafından yeniden dizayn edilen ve dahası iktidarın ele geçirdiği yayın organları yoluyla dayatılan bir tarih algısı. Ring, söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama hayat. Geriye kalan insan. İnsan ile tarih arasındaki ilişki nerede konumlandırıyorsunuz? Kerim Akbaş için, insan ve tarih nedir? Şiir bu kavgalı ilişkinin neresinde?

Walter Benjamin geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu, diyor Nurdan Gürbilek. O bize bir yöntem değil, tarihi düşünmeye çalışırken geçmişi şimdiki zamandan ayrıştıramamakta inat eden bir entelektüel yaklaşımın kaynakları ve çelişkileri üzerine derin bir düşünüş bırakmıştır, diyor Enzo Traverso da, Savaş Alanı Olarak Tarih isimli müthiş çalışmasında. İnsan ve tarih uçurumunda bana en önemli desteği Walter Benjamin verdi. "Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz" dediği yerden bakıyorum insan ve tarih ilişkisine. Tarih kelimesi, bütün anlamlarıyla ve bendeki karşılığıyla saf, öylece bir öfke uyandırıyor. Tarih derslerini düşünün. Savaştan başka ne var? Gelişmeler, ilerleyen zaman, her şey ama her şey savaş için. Ne vakit olursa olsun, barıştan ve dayanışmadan söz açan herkes, geçmişlerinde dünyanın her yerinde bu tarih derslerini aldılar. O derslerin hiçbir saniyesini sevmedim. Tarih bilimi üzerine okumalara da epey vaktimi ayırdım. Neden bu kadar yalnız hissettiğimizi iyi açıklıyor.

Geçmişiyle herhangi bir antlaşma yapamayan, ateşkesi hiçbir şekilde sağlayamayan bir boksör var, diyelim ringde. Asla gardını indirmiyor, zamanında indirdiği için mi? Sorunun cevabı da kendisi de burada daha net görünüyor bence. Gardını indirmemesinin altında zamanında indirdiği gerçeği de var ve bu hiç de yadsınabilir değil ya da doğrudan korunmak için ama neyden? Sadece kendisinden...  Unvan maçlarında unvanı korumak isteyen ile unvanı almak isteyen müsabakaya çıkarlar. Genelde unvan kaybedilir, koruyabilen çok azdır. Müsabaka sayısı olarak değil, koruyabilen sayısı olarak söylüyorum.

İkinci bölüm özellikle unvan maçı… Kendi unvanını ya korumak zorunda ya da unvanı almak zorundasın. Unvan, bilmiyorum söylememe gerek var mı ama burada her anlama gelebilir. Yoksa boksun tarihi de her şeyde olduğu gibi hilelerle dolu. Hakemi de, menajeri de, rakibini de yenmen gerekiyor. Unvan maçı, işte… Tarih de, insan da, edebiyat da, geçmiş de, gelecek de.

İnsan harabesinde kendisiyle karşılaşmadan unvan maçını kazanamaz.

Kerim Akbaş’ı yakından tanıyanlar, bilirler ki, Ankara onun hayatında önemli bir yere sahip. Kaldı ki, Lodos Devam’ı okuyanlar Ankara’nın esintisini duyacaklardır bütünlüklü olarak. Bir şairin dünyaya bakarken, yaşadığı coğrafyanın, toplumun, özelde ise nefes aldığı şehrin önemi yadsınamaz, yadırgamaz. Ankara Kerim Akbaş’ın nesidir? Ankara gardını kime karşı almıştır?

Ankara’ya dair artık sadece anılarımı ve gündelik şeyleri seviyorum. Çok direndim, öncesi de var, uzunca birikti ama Ankara’ya dair bütün hislerim, 10 Ekim 2015 günü bitti.

'ŞİİR BAŞTAN SONA POLİTİKTİR'

İsmini çok sevdiğimi belirtmeden geçemeyeceğim, bildiriler asla eskimez… Üçüncü bölüm. Daha çok politik mücadelenin, oldurulmaya çalışılana ‘hayır’ demenin, her türlü baskının meşru kılındığı bir ülkenin yüzüne tokat gibi çarpan, kehanetten çok gerçeğe yaslanarak oradan aldığı kuvvetle atağa geçmeye hazır şiirlerden oluşuyor. Özelde şiire, genelde ise, iktidar kontrollü sanata uymayan sanat eserlerine saldırıların olduğu, onlardan olmayanın, onlar gibi olmayanın saf dışı bırakıldığı, bırakılmaya çalışıldığı, bıraktıklarını sandıkları bir dönem içerisinde devam ediyor hayat. Bu noktada, şiir politik tavrını sürdürmek, sağlamlaştırmak için neler yapmalıdır?

Şiirin gücü karşısında hiçbir şey duramaz. Şiir, kendi özelinde genele kadar, baştan sona zaten politiktir. Bugünün politiği olmak zorunda mı, olarak da okuyabiliriz bunu ama asıl kastettiğim zamanlara sığacak bir politik değil, tarih sorusuna verdiğim cevap gibi. Benjamin, "Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz", diyordu ya, en önemlisi, şiir hiçbir erk ve iktidarı kabul etmez. Dostoyevski, Suç ve Ceza’da söylüyordu: "Başkalarının zavallılığına bakıp kendi haline şükredenlerden tiksiniyorum." Bunu hep edebiyat anlamında okudum. Tek çaremiz dayanışma çünkü. Elimizde başka hiçbir şey yok. Ağbeyim Fatin Kanat, bir masada sinemada politik imge üzerine şöyle söylemişti: "Gerekli ama şart değil." Onlarca şiir sayabiliriz politik fakat tabii ki ilk görüntüde değil, şiirin gücü burada. Dünkü yara geçmez, bugünkünü hafifletmez. Bildiriler asla eskimez…

'ŞİİR YAZACAK İNSANA BİR TOZ YUMAĞI YETER'

barut artığı, dördüncü ve son bölüm. İlk dikkati çeken nokta şiirler şehri merkezine alarak genişliyor. Mücadeleye hazır bir şairin, geri dönüşü. İnziva’dan, Lodos Devam’a uzanan bir koridor. Şairin, şiirinden başka cesaret aldığı noktalar nelerdir? Kerim Akbaş’ın, hayatın kanalları içerisinde, elinden tuttuğu, dönüştürdüğü dinamikler nelerdir?

Kendimi bildim bileli spor yapıyorum. Futbol hayatım bittikten sonra (bu yüzden Hayatım Futbol dergisini çok severim, selam olsun) basketbolu denedim, birçok maça çıktım. Ankara liginde, aradığım şeyi bulamadım. Çok uzun süre tenis oynadım, kısa bir eskrim maceram var, takım arkadaşım dünya şampiyonu oldu. Sonrasında, sekiz sene olmuş, boksörüm. Bu kadar takım sporundan bireysel spora geçmek bende bir şeyleri yarıştırmak duygusunu köreltti. Galiba boks denilen şeyin felsefesini bu coğrafyada en iyi bilen insanla çalıştığım için yarıştırmayı köreltmedi, her şeyi yatıştırdı. Bu kadar barışmaktan söz açan insan kiminle neyi yarıştırabilir ki? Umurumda değil. Sporu bir savaş alanı olarak görmüyorum. Boks için konuşacağım, hiçbir müsabakaya katılmadım. Arkadaşların madalyalarıyla, o madalyaları alamasalar bile, gurur duyuyorum, yeter.

Niye anlattım bütün bunları? Şiir yazacak insana bir toz yumağı yeter. Ömer Şişman muhteşem bir cümle kurmuştu, istersek taharet musluğunu yazarız, diye… Öyle.

Son olarak, Kerim Akbaş neler söylemek istersiniz?

Anıl Cihan şiirinin militan okurlarından biri olarak, ikinci kitabı merakla bekliyorum. Bunun dışında, tabii edebiyat özelinde, bu röportaj işini tekrar hak ettiği yere getirdiğin için sana bir teşekkür de ben borçluyum.