Öyle derler, kervan yolda dizilir… Farklı varyasyonları olan bu anonim değiş “hele bir başlayalım gerisi nasıl olsa zamanla halledilir” anlamına geliyor. Süreç ve yeni koşullar kervanın dizilişini değiştirse de hedefini değiştirmiyor. Türkiye’de finansal sistemin 2000’lerden bu yana süren yolculuğu süreç içerisinde yeni koşullar ve yeni kurallarla sürüyor ve finans kervanı, yoluna içeriğini değiştirerek devam ediyor. Finans kervanının bir önceki yazımda ele almaya çalıştığım çok yakın yolculuğunu hatırlayalım: Finans kervanının temel kurumu olan T.C Merkez Bankası A.Ş, Şubat 2020’nin başında Şehr-i İstanbul’a taşınmaya başlandı. Ama bilinir yolcu heybesini de taşır. Öyle de oldu ve Merkez Bankası'nın heybesinden 6 Şubat 2020’de Bankacılık Kanunu'nda yapılan yeni düzenlemeler çıktı. Finans kervanının bu uzun yolculuğu (eğer bankacılıkla sınırlarsak) Şubat 2000’de BDDK’nin kurulması, Nisan 2001’de TCMB’nin “bağımsızlığı”, Ekim 2005 5411 sayılı Bankacılık Kanunu ve 6 Şubat 2010’da bu kanunda yapılan değişiklikler olarak dizilebilir…
Montesquieu’den esinlenelim ve kanunların ruhu olduğunu hatırlayalım. Kervanı düzenleyen kanunların da ruhu vardır ve rastgele yapılmaz. Peki “yeni kanunun” yeni kuralları neyi öngörüyor? Öne çıkan düzenlemeleri içeriklerini dikkate alarak özetleyelim. (i) Bankacılık sektöründe “sır” saklamak kuraldır. Ama sır saklamanın da kuralları vardır. Kanun daha öncede var olan “sırrı saklama” sorumluluğunu kapalı bir kutunun içine gömerek şu kuralı getirmektedir: Müşteri sırrı niteliğindeki bilgiler, sır saklama yükümlülüğünden istisna tutulan haller haricinde, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca müşterinin açık rızası alınsa bile, kendisinden gelen bir talep ya da talimat olmaksızın yurt içindeki ve yurt dışındaki üçüncü kişilerle paylaşılamayacak. Bu tür bilgiler sadece belirtilen amaçlarla sınırlı olmak koşuluyla ve gerektiği kadar paylaşılabilecek. Mali piyasalarda spekülasyona yol açabilecek “yanıltıcı bilgiler” internet ortamı dahi açıklayamayacaklar. (ii) Katılım bankaları gibi kalkınma ve yatırım bankaları da “faizsiz esasa” göre fon kullandırabilecekler. Katılım bankalarının ortaklık payı sınırlamasına muafiyet getirilecek ve gayrimenkul ve emtia üzerine yaptıkları işlemlere ilişkin özel hükümler düzenlenebilecek. (iii) Sermaye Piyasası Kurulu bazı şirketleri ve faaliyetlerini önemli nitelikte tanımlayıp, bu şirketlerin değerlendirilmesine yönelik farklı kriterler uygulayabilecek…
Şeytan ayrıntıda gizlidir… Bu da bir anonim ve şöyle yorumlanabilir. Yeni düzenlemelerin “ruhu” elbette zaman içinde netlik kazanacaktır. Ama niyetinden bağımsız bir yasa olamayacağına göre, düzenlemelerin anlamını başlangıcında değerlendirmek de elbette mümkündür. Sorunun cevabı AKP iktidarının son dönemine ve Türkiye’nin bu süreçte sıkıştığı açmazlara bağlı. Siyasal alanda giderek otoriterleşen rejim, iktisadi alanı da giderek siyasallaştırıp, merkezileştiriyor. AKP iktidarı başlangıçta kutsadığı neoliberal aklı çoktan terk etmiş durumda. Liberal teorinin iktisadi alan ve siyasi alan olarak yaptığı ayrım iktisadi alanın siyasal alana giderek daha tâbi olmasıyla ülkedeki liberalleri dahi korkutuyor. Korkutuyor çünkü bu süreç açıkça Ellen Meiksins Wood’un (örneğin Kapitalizm Demokrasiye Karşı çalışmasında olduğu gibi) temel bir tespitini anımsatıyor: Sürekli kâr amaçlı güç biriktiren kapitalist mantık ile liberallerin halk iktidarı olarak tanımladıkları demokrasi uyumsuz bir ikilidir. Wood’un vurgusuyla kapitalizm demokrasinin anti-tezidir. Böyle düşünülürse Türkiye’de kapitalizmin ve iktidar örgütlenmesinin yeni bir evreye girdiğini söylemek mümkün.
İktisadi açıdan bulunduğumuz yol ayrımını şu tespitlerle yeniden yorumlamak mümkün: (i) Tüm diğer neoliberal iktidarlar gibi AKP iktidarının birinci önceliği ekonominin büyümesidir. Büyüme iktidarın egemen sınıf ittifakı ve ona tabi sınıf katmanları için vazgeçilmez bir bağdır. Ekonomi 2003-2018 arasında olduğu gibi uluslararası sermayenin coşkusuyla büyümüyorsa, “kumanda” edilerek büyütülmelidir! (ii) Bu amaçla başta finans olmak üzere kurumlar yeniden yapılandırılmalı ve sorumlu tutulmalıdırlar; (iii) piyasanın kendiliğinden sunmadığı birikim ve zenginleşme vaadini iktidar bizzat yarattığı mega projelerle yaratmalıdır. Kanal İstanbul, yerli otomobil ve dişlileri ısınan savaş sanayi vb., mega projeler yeni birikim ve kâr alanlarıdır; bu yatırımlar “yerli ve milli” duygularla desteklenmelidir.
Yeni bankacılık düzenlemeleri bu çerçeve içinde düşünülürse finans kervanının zorunlu yolculuğu anlam kazanıyor. Düşünelim: Eğer Kanal İstanbul yapılacaksa ya da “yerli ve milli” otomobil üretilecekse ona paydaş olan, iktidarın bu düşüyle çıkar ortaklığı kuran büyük ölçekli yabancı ve yerli sermaye grupları ve küçük tasarruf sahibi sıradan insanlar için düzenlenen katılım ortaklıkları zorunludur. Bu amaçla hazırlanan ve halka sunulan hisse senetleri Türkiye’nin yeni demokrasisidir. Herkes bu düşe ortak olabilir mi, daha önemlisi bankalar bu ütopyadan kaçabilirler mi? İşte burada iktidarın bankalar üzerindeki denetimi devreye giriyor. Söylenen o ki iktidar Varlık Fonu içinde yer alacağı düşünülen katılım şirketlerini kullanarak bankalardan mümkün olduğunca borçlanmayı zorlayacak ve saklılık prensibiyle sessiz kutuya konulacak. Peki mümkün mü? Bilemem ama denenebilir ve finans kervanının dizilişi bunu gösteriyor.
Ekonomi politik ile uğraşanlar tarihe ilgi duyarlar. Akılıma 1930’ların Almanya’sı geliyor. Nazi Almanya’sının ilk müdahalelerinden biri bankacılık sistemi üzerine geliyor. Çok sayıda banka kıta Avrupa’sındaki diğer örneklerin aksine özelleştiriliyor ve mali sermaye üzerinden kapitalist sınıfla yeni bir ittifak örgütleniyor. Hitler, Hjalmar Schacht’ı (sol çeker Alman Demokrat Partisi'nin eski lideri) önce Reichsbank’ın başkanı (Alman Merkez Bankası,1876-1945) ve ardından Ekonomi Bakanı yaparak temel olarak kamu açıklarına dayalı, altyapı, sağlık, konut ve otobanlar başta olmak üzere büyük bir büyüme programı organize ediyor. Daha sonra savaş makinesine dönüşecek olan Volkswagen (halkın arabası) 1933’de Nazi projesi olarak üretiliyor. Nasıl mı finans ediliyor? Gerçek finansmanı “sır” olsa da küçük tasarruflarıyla halkı bu mega projeye “ortak” ederek. Nazilerin o dönemde halka çağrısı “kendi arabana sahip olmak istiyorsan, her hafta kıyıya beş Mark koy…” Ya da Schacht’ın icadı olan kukla şirketin (Metallurgische Forschungsgesellschaft) çıkarttığı taahhüt para Mefo senetleriyle. Şirketler arasında bir tür ödenme aracı olan ve vadeleri beş yıla uzanan bu kâğıtlar faşizmin sermaye üzerindeki doğrudan kontrol ve baskı araçlarına dönüşmüştür. Zaman geçer, beş yıl biter… Mefo senetleri ödenemeyince mali sermaye üzerindeki baskı daha da yoğunlaşır. İktidarla bankalar arasındaki ittifak bozulur ve bankalar kamu kağıtlarının zorunlu alıcıları olarak kamu finansmanı içinde erirler. Çıkar ittifakı bozulsa da sermaye kendini yaratan rejime zorunludur ve sermayenin rejimle bağı Alman emekçi sınıflar üzerine yoğunlaşan baskıyla sürer.
Bizdeki finans kervanı nasıl sonuçlanır henüz bilemiyoruz. Ama iktidar ile mali sermaye arasında yeni bir “anlaşmanın” yol ayrımında olduğumuz kesin. Tarih ve toplumsal mekân elbette Almanya’dan çok farklı ama açık olan yakın dönem iktisadi müdahalelerin finansal sektör üzerine yoğunlaşacağıdır. Kervan biraz ilerlesin izleri okumak daha kolaylaşacaktır…