Kezban Şahin Taysun: Burada yazgımıza boyun eğmeyeceğiz
Kezban Şahin Taysun ile, yeni kitabı 'Kelebekten Sığınak' hakkında konuştuk. Şahin Taysun, "Her zaman toplumsal sorunlarımıza karşı duyarlı bir insanım ve toplumcu gerçekçi çizgide bir yazarım" dedi.
Meltem Dağcı mltm__dgci@hotmail.com
DUVAR - Hem roman hem de öykü yazarı Kezban Şahin Taysun’un son öykü kitabı Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta Taysun’un, aynı zamanda bazı sosyal sorumluluk projelerinin de içinde yer aldığı 25 ulusal derlemede yapıtları yer alıyor.
Kitap kapağını araladığımız ilk sayfalarda, Virginia Woolf’un sözü karşılıyor bizleri: "Başkalarının gözleri bizim zindanlarımız; başkalarının düşünceleri bizim kafeslerimiz."
'Kelebekten Sığınak' hakkında Kezban Şahin Taysun ile söyleştik.
'Kafesteki Kalp' romanınız 2013 yılında, ardından 'Aynadaki Göz' öykü kitabınız ise 2014 yılında Yitik Ülke tarafından yayımlandı. Roman türünden sonra iki öykü türünde eser verdiniz. Öykü ile aranızdaki kopmayan bağınızından biraz bahseder misiniz?
Yazı hayatıma ilk olarak öykü ile başladım. Öykünün kısa ve vurucu nitelikleri hep hoşuma gitmiştir. Okura anlatmak istediklerimi bu türde daha rahat ve özlü anlatabileceğimi düşünüyorum. Ancak ilk kitabım 'Kafesteki Kalp' bir öykü kitabı değil, bir romandı. Nedenini de şöyle açıklamak isterim. Henüz öykülerimi kitap haline dönüştürmediğim zamanlarda yazdığım bir öyküm ısrarla romana dönüşmek istedi. Çünkü kahramanımın bir düğün olgusu karşısında yaşadığı içsel sızlanmayı ana unsurlarıyla okura vermem gerekiyordu. Erkek üstünlüğü yaşanan bir toplumda ortaya çıkan ezik kadın kimliğinin sorgulanması gerekiyordu.
Kadınlarımızın taşıdığı kimliğin erkek dünyasının hazır doğrularının bir çıktısı mı, yoksa toplumsal cinsiyet olgusuyla çağdaş yaşamda var olma çabası anlamına mı geldiğinin ayırt edilmesini istedim. Diğer bir anlatımla erkek egemenliği altındaki geleneksel kimlikte yaşayan kadınlarımız bu kimliğin ne kadar bilincinde? Bu sorunun da yanıtlanması gerektiğini düşündüm. Diğer kitaplarım öykü türünde oldu. Yitik Ülke Yayınları tarafından basılan kitaplarım 'Aynadaki Göz' ve 'Kelebekten Sığınak' ise ulusal dergi ve seçkilerde yayımlanan ve farklı temalı ulusal ve uluslararası öykü yarışmalarında taçlandırılan öykülerimden oluştu.
'İşte tam da bu anda beklenmedik bir olay oldu. O kelebek sürüsü yeniden belirdi ve içinde olduğum çalının üzerine kondu. Sürü ansızın duvar örüp üzerimi örttü. Yaşadıklarıma inanamıyordum! Kelebekler sanki çığlığımı duyup koşup gelmişlerdi yanıma. Bir anda görünmez oldum. Adamlar bir süre daha etraflarına bakındılar, sonra kimseyi göremeyince gittiler. Oh, şükür! Dedim. Derin bir nefes aldım.' Kitaba ismini veren 'Kelebekten Sığınak' öykünüzde, kelebek bir çeşit metafor sanki. Yaşamımızda zor anlarda bize kol kanat geren insanlar olduğu kadar bazen nesneler ve hayvanlar da kurtarıcımız olabiliyor. Öyküde “kelebeklerin ömrü kısa olur ” olgusu farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor değil mi?
Doğrudur. Kelebekler pek çok konuda bize yaşamın anlamı ve değeri konusunda benzeşimler yaptıran harika yaratıklar. Özgürlük, mutluluk, gelip geçicilik, yaşanan anın değeri, dayanışmanın gücü vb. Ayrıca renk ve desenlerinin olağanüstü güzelliği ile de sanat için hep esin kaynağıdırlar. Bahsi geçen öyküde ise kelebekler doğanın insanı koruma gücünü temsil ediyor. Asla yadsınmaz bir gerçeğimiz şudur ki doğa tüm canlıların sığınağıdır.
Üzerinde barındırdığı canlılarıyla da bir bütündür. Öyküde adı geçen kaplan kelebeklerinin şöyle ilginç bir özelliği var; onlar sürü halindeyken bir yere konduklarında yoğun bir örtü tabakası oluşturuyorlar. Bu kurguda ise onlar Kelebekler Vadisi’nde geçen korkunç ve gizemli olayların orta göbeğinde yer alan Belgin için adeta bir cankurtarana dönüşüyorlar. Bu bağlamda sorunuzdaki vurguya katılıyorum, şöyle ki; bu örnekte de olduğu gibi kısa yaşam olgularına rağmen kelebekler büyük işlere imza atabileceklerini bu özellikleriyle kanıtlıyorlar.
DÜNYADA MEDENİYETTEN UZAK ULUSLAR VAR
'Bu ülkede bir kadın kaybolduğunda, kimse neden dönüp arkasına bakmazdı ki? Köyü yazgı diye bir kadına dayatılan hazır doğru; aslında erkek hükümdarlığının kötü bir oyunu değil de başka neydi?' 'Kelebekten Sığınak' öykünüzden yaptığım alıntı, ikinci bir soru yöneltmeme vesile oluyor böylelikle. 'Değişmeyen gerçek ise kadınların karanlığa kolay teslim edildiği bir dünya…' demişsiniz öykünün içerisinde. Hür bir kadın olma düşüncesiyle birlikte mücadeleye nasıl devam etmek gerekiyor sizce?
Geleneksel erkek baskısı kaynaklı kadın sorununu yine kadınların çözeceğine inanıyorum. Kanımca; kadına yönelik düşünce karanlığı karşısında yapılması gereken ilk şey bu konuda eğitim ve toplumsal farkındalığın sağlanmasıdır. Çünkü bir kadının eğitimi aynı zamanda bir ailenin eğitimi anlamına da geliyor. Aynı bilinçle yasa koyucuların da kadını kanunlar önünde eşit kılan, onun insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alan düzenlemeler yapması gerekiyor.
'Kelebekten Sığınak' öykümde de dile getirdiğim üzere; ne yazık ki, dünyada hala medeniyetten yoksun uluslar var ve böyle toplumlarda kadınların göz bebeğinde hiçbir mutluluk ışıltısı yok. Çünkü cinsiyetleri nedeniyle hor görülüyorlar, şiddete uğruyorlar, sosyal yaşamdan soyutlanıyorlar ve hatta öldürülüyorlar. Günümüzde bu sebeple yaşadığı olumsuzlukları farkında olmayan ve hatta bu durumunu yazgı olarak kabullenen kadınlarımız var. Gerçekte, ben bu sorunun çözümü konusunda hiç ümitsiz değilim.
19'uncu yüzyılın başlarında kadınlara erkek dünyasının aynası olduğunu anımsatan öncü yazarlarımızdan Virginia Woolf ile kadının kendisini erkeklerin biçimlendirdiği bir nesne değil de bir birey olarak algılaması gerektiğinin altını çizen Simone de Beauvoir'a katılıyorum. Tabularla yaşam hakları zincire bağlanan ve dimağları erkek egemenliğinin ürettiği kadın etiket ve fantezileri (bekâret vb.) ile kirletilen kız çocuklarının korku ve kaygılarına ses olmayı başaran Sylvia Plath’ın da hayranıyım. Nitekim bu bakış açısıyla ben de öykü, roman ve şiirlerimde kadına yönelik suçlarda erkeği aklayıp kadını günah keçisi ilan eden toplumun çifte standart ahlak anlayışına dikkat çekmeye çalıştım hep. Bu kapsamda sağır sessizliğe asılı kalmış kadın çığlıklarının duyulmasını istedim.
Kitaptaki kimi öykülerinizde hak ve özgürlük ihlallerine, emekçilere, barış dileyen insanlara değiniyorsunuz. Bu bilinçli bir tercih midir?
Evet, bilinçli bir tercihle yazdım öykülerimi. Tıpkı kadına şiddet olayında olduğu gibi her zaman toplumsal sorunlarımıza karşı duyarlı bir insanım ve toplumcu gerçekçi çizgide bir yazarım. Dolayısıyla alın teriyle ekmek parası kazanmanın derdine düşmüş memleket insanımın onurlu yaşam mücadelesine her zaman sahip çıkarım. Yapıtlarımda sadece insanın değil diğer canlıların da hak ihlallerine yer verdim. Örneğin, 'Dört Duvar Arasında' adlı öykümde unsurlar arasında hayvana şiddet konusu da vardı.
'Soma’nın benzi soluktu.' 'Yağ Lekesi Değil Kömür Karası' öykünüzde Soma faciasında kaybettiğimiz maden işçileri ve onların yaşamlarına dair iz bulabildiğimiz bir öykü okumuş olduk. Toplumsal olaylara karşı duyarlılığınız mıydı size bu öyküyü yazdıran?
Evet, kesinlikle öyle. Bildiğimiz üzere, 13 Mayıs 2014’te Manisa’nın Soma ilçesinde Cumhuriyet tarihinin en korkunç iş kazası yaşandı. 301 madenci yaşamını yitirdi. 255 kadın kocasız, 432 çocuk babasız kaldı. 3 gün yas ilan edildi. Bununla ilgili yargı süreci hala devam ediyor. O günlerde yazar dostum Hande Baba beni arayarak Soma'da yitirdiğimiz madencilerimiz anısına hazırlamayı düşündüğü öykü seçkisinden bahsetti ve katılmamı istedi. 'Yağ Lekesi Değil Kömür Karası' öyküm böyle doğdu ve 37 yazarlı 'Ölüm Vardiyası' adlı bu derlemede yer aldı. Kitabın geliri ise Soma’da yetim kalmış çocukların yararına bağışlandı.
ERKEĞİN NAMUSU KADIN BEDENİ ÜZERİNDEN TARİF EDİLMEMELİDİR
'İstanbul’daki bu camide iki kadın var. Tabutlarımız yan yana. Ne ilginç! Yalan ya da gerçek olduğu ayırt edilmese de gözyaşları dinmiyor bu avluda. O kadının haber başlığında ise şöyle yazıyor: 'Yine Erkek Terörü! Katil koca Kazım Duru şunları söyledi: ‘Karımı her zamanki gibi dövdüm ama bu kez öldü.' 'Uçamayan Kelebekler' öykünüzde kadın cinayetlerinin sanki sıradan ve meşru bir olaymış gibi davranılmasına dikkat çekiyorsunuz. Giderek artan kadın cinayetleri, normalleştirilmeye çalışılan cezalar ve 'iyi hal' indirimi hakkında neler söylemek istersiniz?
Öncelikle bu toplumun bir bireyi olarak bu duruma isyan eden bir insanım. Kitaplarımda kadına yönelik sorunlara bu kadar fazla değinmemin bir sebebi de budur. Erkek egemen toplumun diliyle yazılmış yapıt ve haberlerde bu normalleştirme olgusu ile karşılaşıyoruz. Söz konusu metinlerde öğretilmiş çaresizlik duygusuyla kadınlarımıza adeta yazgısına boyun eğmesi önerilir. Aile içi şiddetin bir hak ihlali değil de örf ve adetler temelinde haklılaştırma olduğu vurgulanır.
'Uçamayan Kelebekler’de bu bakış açısının vicdani unsurlar yönünden irdelenmesini amaçlamıştım. Nitekim kadın cinayetleri, cinsel istismar, tecavüz vakalarında sanığa uygulan iyi hal indirimi de bu görüşün çıktıları arasında yer alıyor. Örneğin, böyle bir sanığın mahkemeye çıktığı andaki iyi giyimi ve olay esnasında mağdurun kendisini incittiğini, namusunu temizlediğini söylemesi neticesinde alacağı cezanın azaltılması sağlanıyor. Aslında bu karar sanığa bir sonraki suçu için adeta yüreklendirici nitelik taşıyor ve oldukça trajikomik…
Kanımca böyle mahkeme kararları ülkemizde kadın cinayetlerini azaltmak yerine tam tersine arttırmaktadır. Bunun yanı sıra toplumumuzdaki çifte standart namus algısından biraz bahsetmek istiyorum. Burada bir erkeğin namusu bir kadının bedeni üzerinden tarif edilmektedir ki bu yaklaşım yasalardaki eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu kavramın “bireyin namusu" olarak ele alınması gerekmektedir.
'Görünen ve görünmeyen iki savaş var gibi dünyada. Biri sahip olmadıklarını elde etmek için insanlığı ve doğayı hiçe sayanların yüzyıllardır çıkardığı savaş. Diğeri ise bencillerin dünyasında yok olmamak adına gösterilen direniş.' 'Dört Duvar Arasında' öykünüzde gazete haberlerini göz gezdirirken irkilen anlatıcıdan, karanlık ve aydınlık günlerden, özgürlükten ve kölelikten söz ediyorsunuz. Başka güzel ve özgür bir dünya nasıl mümkündür?
Bencillerin yaşamınızda olmadığı, diğer bir anlatımla onlardan uzak kalmanın bedensel ve düşünsel olarak başarıldığı durumda yaşam alanınızda özgür olur, kendinizi gerçekleştirebilirsiniz. Aksi halde onların yaşamında köle olarak yer alır ve sadece onların mutluluğuna hizmet edersiniz. Bu konudaki düşüncelerimi 'Aynadaki Göz' kitabımda 'Zaman Yüklü Düş Vagonları' öykümde de anlatmıştım. Esasen, sahip olamadıklarını elde etmek için savaş çıkaranları durdurmak oldukça güç görünüyor. Çünkü ütopik bir yaklaşımla bunun için doyumsuz insanın değişmesi ve özünün insan ve doğa sevgisiyle donanması gerekiyor.
Nitekim emperyalist ülkeler sömürdükleri ülkelerin hak ve özgürlüklerine saygı gösterdiği, onların daha insanca yaşam koşullarına ulaşmalarına engel olmadığı zaman dünyada harika şeyler olmaya başlayacaktır. Yaşam koşulları kötü olan ülkelerde ivedilikle toplumun eğitilmesi ve bilinç düzeyinin yükseltilmesi gerekmektedir. Böylece onların gelişmiş bir topluma dönüşmesi sağlanabilir. Diğer bir anlatımla emperyalist ülkeler geri kalmış ülkelerin ekonomik değerlerini sömürmeyi bıraktıkları zaman güzel ve özgür bir dünya yaratılabilir. Dört Duvar Arasında adlı öykümde bu düşünceleri işlemek istedim. Nitekim öykü başkahramanın psikolojik durumuna odaklanarak yaşam alanı beton tarlasına dönüşmüş günümüz insanının yoksunlukları, huzur arayışı ve doğaya özlemini yazdım.
Son olarak, okuduğunuz kitapları öğrenebilir miyiz?
Genellikle deneme, roman ve öykü türlerini okumayı tercih ediyorum. Psikolojik ve felsefe içerikli kitapları severim. Montaigne'nin 'Denemeler'i ve bazı klasikler başucu kitaplarım arasında yer alır. Beslendiğim yazarların bazılarını şöyle sıralayabilirim: Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Ömer Seyfettin, Onat Kutlar, Çehov, Ayfer Tunç, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Nazım Hikmet, Cemil Kavukçu, Murat Gülsoy, Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Hemingway, Paulo Coelho ve Irvin D. Yalom.