Işıl Özgentürk’ün 30 Ağustos 2020 tarihli “Porno Çukurunda Debeleniyoruz” başlıklı yazısı oldukça tepki topladı. Yazı, Musa Orhan’ın arkadaşlarıyla yaptığı iddia edilen yazışmalarla başlıyordu. Sonra Işıl Hanım “o bölgeyi bilen” öğretmen bir arkadaşının esas tepkiye sebep olan ifadelerini aktarıyordu: “Buralarda kız çocuklarına hiç değer verilmez, babalar kız çocuklarını çocuktan saymaz, onlar okutulmazlar, mal gibi satılırlar. Mirastan onlara hiçbir pay düşmez. Herhangi bir beceri edinmeleri, yaşamlarını kendi ayakları üstünde sürdürmeleri için hiçbir yardım almazlar. Bu durumdaki genç kızların iki seçeneği vardır: Ya dağa çıkmak ya da kentlerinde görev yapan asker, bürokrat biriyle evlenerek kurtulmak. Bu nedenle pek çok genç kız umutsuzca kendini kandırır, evlilik hayalleri kurar ve ansızın bürokrat, asker bir başka bölgeye tayin olur gider. Çoğu bekâretini kaybetmiş genç kızlar için intihar, bir kurtuluş olur.”
Sonrasında pornografik örnekler vermek suretiyle, ülkenin porno çukuru olarak tanımladığı vaziyetinden yakınıyor. Arada, Ebru Timtik ölümünden -ya da öldürülmesinden demek daha doğru belki- bahsediyor ve bu konudaki bir kısım yorumların da pornografik olduğunu iddia ediyor. Sonra cinsel içerikli pornografik yakınmalarına devam ediyor.
Işıl Özgentürk’ün söz konusu yazısı eleştirilmeyi hak ediyor. İfadeleri, kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran bir söylem olarak ele almanın yanı sıra Doğu’ya özgülenen ayrıştırıcı genellemeler üzerinden eleştirmek de mümkün. Hatta ikisini birbirinden ayrı düşünmek pek mümkün değil.
Aşağı yukarı tarım devriminden bu yana kadınlar daima ikinci cins. Cinslerin eşitlik mücadelesinde; ataerkinin, kapitalizmin, ırkçılığın, dini sömürünün ve hatta doğa sömürüsünün birbirleriyle olan bağlantısını sık sık dile getiririz. Bir yerde “erk” varsa muhakkak ezilen de vardır. “Erk”ler varsa, doğrudan ya da dolaylı olarak hepsinin ezilenle ilişkisi vardır. Eşitlik yakalanana kadar, muameleyi dengeleyen ve toplum düzenini sağlayan unsurların en başında ise yasalar gelir. Birilerine sırf yasalar sebebiyle “düzgün” davranmak her ne kadar etik anlamda sorgulanabilir ise de, eşitliğe giden yolda bir nevi mecburiyet olduğu söylenebilir. Bu sebeple, bizlere “Şiddet niçin artıyor?” diye sorduklarında verdiğimiz ilk cevap çoğunlukla hukuka ilişkin oluyor.
Fakat, eşitliğe giden yolda yalnızca yasaların mükemmelleşmesi ve mükemmel şekilde uygulanması yeterli değil, kaldı ki, yasaların mükemmel hale gelmesi kanaatimce mümkün de değil. Zira, belirttiğimiz üzere yasal mecburiyetin ötesinde bir zihinsel dönüşüme ihtiyaç var. Öncelikle zihinlerde eşitliği benimsemiş olmak kaba tabirle “garanti” olan. Çünkü -mevcutta yaşadığımız üzere- yasalar, eşitliğe inanmayan zihniyetler tarafından değiştirilebilir, uygulanmayabilir veya bir şekilde devre dışı bırakılabilir. Tam da bu noktada, eşitliğin sigortası eşitliğe inanan eğitimli zihniyetlerdir.
Bunun tam tersi de mümkün; eşitliğe inanmayan zihniyetler, suç yasada ne kadar suç olarak tanımlanırsa tanımlansın, cezası ne kadar yüksek olursa olsun; suçu meşrulaştırmak suretiyle şiddet artışına katkı sağlayabilir. Örneğin İçişleri Bakanı’nın bir ağır ceza suçlusunu korumaya yönelik söz ve davranışlarını eleştiren bir milletvekilini hedef göstermesiyle milletvekili o gece sokakta ulu orta saldırıya uğrayabilir. Çünkü suçlular bilirler ki, ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerine bir şey olmayacak. Bu aynı zamanda cezasızlık algısı dediğimiz şeydir. Yani, “belli” kişiler işlerse veya suç “belli” bir kesime yönelik işlenirse bir şeycik olmayacağı inancı, algısı.
Eğitimli zihniyetler, sözlerinin aşağı yukarı nereye varacağını kestirir. Hele ki Türkiye gibi ağzınızdan çıkan her şeyin şiddete dönüşebileceği tehlikelere bilinçli şekilde açık hale getirilmiş bir ülkede… Eğitimden kastım ise katiyen okullar, kitaplar, çok gezip görmeler değil. En saf haliyle ifade edecek olursak, eşit, özgür ve adil bir bakış açısı için mümkün olduğunca kibirden arındırılmış bir objektif muhakeme becerisi. Bu beceriyi kazanmak hem kolay hem zor. Kolay çünkü kendi başınıza gözlemleyerek, mümkün olduğunca bilgi toplamaya çalışarak, empatiyi geliştirerek, konular üzerine düşünerek kazanmak mümkün. Zor, çünkü kendinizi kayırmamak ve çoğunlukla cesur olmak zorundasınız. Cesur olmak zorundasınız çünkü toplumun genel kalıplarını aşmanız gerek. Zor, çünkü bir olayı ya da durumu yorumlarken üzerine uzunca kafa yormadan ve farkında olmadan size ezberletilen şekilde “O öyledir, şu da şöyledir, sonuçta böyledir” diye yorumlamak en kolayı. Kendini sorumlu hissetmeden oturduğun yerden “yazıklamak” en kolayı. Eğitimli zihniyet sanırım aynı zamanda, harekete geçebilen ve geçirebilen zihniyet. Cehaletin ise, “kalıpları yıkamamak”la yakından ilgisi var.
Işıl Özgentürk’ün üstünkörü yorumu ve aktarımına “Bilmeden amacını aşmıştır, iyi niyetli aslında” gibi bir açıklama getiremiyorum, zira Işıl Hanım’ın eğitimsiz bir zihniyet gibi yorum yapma lüksü yok, olamaz. Yıllardır türlü biçimlerde söz söyleyen biri kendisi. Doğru muhakeme ve lafın nereye varacağını kestirme işi onun için çoktan bir reflekse dönüşmüş olmalıydı. Eğer bunu yapmamışsa ya kastı vardır ya da yıllar yılı tembellik etmiştir. Her iki durumda da eleştirilmeyi hak ediyor. Çünkü ne yazık ki sözleri, esas suçluları görmezden gelen, tüm sorumluluğu dönüp dolaşıp yine kadına yükleyen ve bunları bir kesime özgüleyerek dışlayıcı bir dille yapan nitelikte. Kitlelere hitap ediyor. Evet, suçu meşrulaştırıyor. “Zaten, Doğu’da öyledir, kadınlar da şöyledir, neticede böyledir” diyor. Bunun “O da dekolte giymeseydi, gece dışarıda gezmeseydi, o adamın evine gitmeseydi”den ne yazık ki ve ne yazık ki hiçbir farkı yok. Ve hepimiz biliyoruz ki, bu söylemler şiddeti artırıyor. Böylece, “Şiddet niçin artıyor?” sorusuna verdiğimiz ilk cevap bir süredir “meşrulaştırıcı söylemler”e dönüşüyor.
Işıl Özgentürk’ün, yazısında, intiharla sonuçlanmış bir nitelikli cinsel saldırı vakasında delil niteliğindeki öğeleri pornografik bir vurguyla ele alarak, başkaca suç teşkil eden örnekleri pornografi başlığı altında toplamasının pornografinin kendisi olduğunu, suçu suç olmaktan çıkarıp başka bir şeye dönüştürdüğünü/ikinci kez meşrulaştırdığını, esasında kendi eleştirdiği şeyi kendisinin yaptığını, bu esnada tamamen yüzeysel ve elitist bir bakış açısıyla Doğu’yu ve Doğu’daki kadınları ayrıştırdığını/kadın olmanın yanı sıra bir de coğrafya ve kimlik vurgusuyla çifte ikincilleştirmeye mahal verdiğini sanırım uzun uzadıya yazmaya gerek yok, yeterince söylendi. Kendisinin Facebook hesabı üzerinden yaptığı özrüne gelmek gerekir son olarak. Şöyle demiş: “'Tamam anlaşıldı. Batman halkından özür diliyorum. Batman kayyumla idare edilen bir kent değil. HDP orada kaya gibi sağlam. Kentte ve köylerde dağa çıkan hiçbir kız yok. Analar babalar önce kız çocuklarının okumasına önem veriyorlar. Üniversite okumamış genç kız yok. Herkes sevdiğiyle evleniyor. Tecavüz hiç yok. Kadın cinayeti hiç yok. Resmi kayıtlar yalan söylüyor hiç genç kız ve kadın intiharı yok. İnsanların bir eli yağda bir eli balda. İş için büyük kentlere gideni ara ki bulasın. Ben bölgede dolaşırken gördüğüm, duyduğum her şey yalanmış. Yeniden özür diliyorum.''
Özür ama değil. Özür ama sitem. Özür ama aslında “haklıyım”. Özür ama aslında -çok çok üzgünüm- kibir. Özür; ancak kibri bir kenara koyup kalpten bir samimiyetle dile gelince özür. Aksi halde yine kibir. Özrün altında “anlamak” var. Bu okuduğumuz özürden Işıl Özgentürk’ün “anladığını” çıkarabiliyor muyuz? Bence hayır. Kendisi adına kalpten özürler dileyeceği günlerin gelmesini dilemekten başka yapacağımız bir şey yok şimdilik.