“Öteki taraf”tandır diye yoksula, yoksulluğa
tepeden sert bir aşağılama fırlatanlar neler diyordu:
Göbeğini kaşıyanlar…
Ağzı çorba kokanlar…
Bir kilo pirince oyunu satanlar…
Kendi medya plazasının asansöründe, yani kendi yönetiminde
çalışanlar için bile “asansörde ter kokanlar…”
Onun oyu ile benim oyun bir mi…
Onların ideolojik ve hegemonik hakimiyet sahasını ele geçiren
yeni muktedirler, 12 Eylül düzenini, sözde hayır dedirtirken bile
aynen almaları dışında, “kibrin dili”ni de,
inşallahla maşallahla kendilerine adapte ettiler.
Aşağılananların isyanıyla gelenler, aşağılamanın
zirvelerine tırmandılar. Hem de dinî referanslarla bu aşağılamayı
makul göstererek!
Cinsiyet, siyaset, köken, fikir zaten aşağılamadan nasibini
alıyordu ama…
İktidar dili çok daha uzun olur; biliriz.
Diğerlerinin aşağıladıkları da dahil, alttakilere de
vurdu iktidar dili. Kendilerine taparcasına oy vermiş olanlara
bile.
Yoksul çocukların tabutları peş peşe kaldırılırken,
“Artık şehit cenazesi istemiyoruz” diye haykıran
sıvasız hanelerin evlat acısı çeken analarına, babalarına,
“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir”
deyiverdiler.
Oysa bu ülkede bütün çocuklar o çok kutsanan “şehitlik mertebesi”
açısından aynı kadere sahip değildi! Kimilerikudretli babalar,
amcalar, mevkiler, rütbeler sayesinde askere bile gitmiyordu!
Şehitler için “sayıyla mı” diyen bile çıktı!
Misal, Karadon’da maden çöküverdi onca işçinin üzerine.
Soma’dan da önce.
Babadan oğula, bile bile, ama bir iştir, ekmektir diye kömürün kara
gözlerine teslim olan yoksulluğun, yoksunluğun evlatlarının tümünün
cesedi bile çıkmamışken daha, “Bu işin fıtratında
var” deyiverdiler.
Bir bakan, hem de çalışmasosyalgüvenlik, “İlk 19-20
cesedimiz… güzel öldüler. Acı çekmediler. Fizik olarak da güzel
öldüklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Hepsi huzurlu”
diyebildi…
Demek bir yana, “rahatlıkla” söyleyebildi.
“Haddini bil” bu dilin, bu hissiyatın, bu
kibrin en tipik ifadelerinden olup yurtta ve dış temsilciliklerde
kutsandı.
Şimdi de dolar oyununda, servetler bir yana, sığınacak yer
arayan minicik tasarrufunu kaybedene
“enayi”yi…
Elektrik, gaz, gıda zamlarında ezilip yakınana “az harca,
az yak, az ye”yi…
Paradan büyük para kazananlarla kankalık yaparken, dolar-faiz-caiz
sarmalında düşüp durana “beleşçilik”i layık
görüyorlar.
Ve şehitliği, kayırdıkları madenlerde ölümleri, yoksulluğu
kutsadıkları gibi, ekonomik-mali-finansal oyunları da
“Allah’ın işi” gibi gösterip “günah”tan bile
korkmuyorlar!
Bu kibirli, aşağılayıcı dil, vicdansızlığa,
merhametsizliğe kayıveren, tarihin her anında “ötekiler”e uzanan,
alttakilere vurup duran bu nefret dili; bu ülkenin en büyük
zehri.
Sadece yukarıdan aşağıya inmiyor; kendi linççilerini, medya
borazanlarını, şakşakçılarını, nefret ordusunu da yaratıyor.
Askerlikte, okulda, ailede, işyerinde oralara uygun biçimlere
giriyor. Kapsama alanını gündelik hayatın her hücresine doğru
genişletiyor, derinleştiriyor, her yeri kirletiyor, herkesi
insanlıktan uzak bir cehenneme taşıyıp duruyor.
Dün de öyleydi. Öfkeyi, isyanı, AKP’yi
doğurdu.
Bugün de öyle. Doğum sancılarıyla muhtemelen.
“Muhalefet etme biçimi”nin kavraması gereken; bu nevi kibir
diliyle muhalefet olunamayacağı.
Bu kibir dili muhalifliğin değil, kendini üstün, üstte,
üstten görmenin dilidir. Kucaklayıcı filan olması mümkün
değildir.
Halkların uyanışı her zaman, bu dilin zehrinin anlaşılmasıyla olur.
Yoksa zehir dilden dile, yukarıdan aşağıya hükmünü sürüp gider.
Ta 2008’deki bir isyanımla bitireyim. “Şehit
edebiyatı” üzerine hiç bitmeyen hissiyatımın o günkü bir
makalede de öfkeye dönüşmüş tercümesiyle:
“Bir atölyede, bir izbede üç paraya kot taşlattığınız, tinere,
dumana, zehre, kansere boğduğunuz, toplu halde yakınca azıcık
vahvahladığınız çocuklar.
Kamyon kasalarında derelere döktüğünüz minik tarım işçisi kızlar
var ya, işte onların kokusundan çocuklar.
Müzik zevklerini, giyim tarzlarını, ağız tatlarını, konuşma
üsluplarını, dil falsolarını, küfür kıyametlerini, hoyrat hayata
hoyratça atılışlarını, yan bakışlarını, itiş kakışlarını, statlara
yığılışlarını "estetikten, medeniyetten, terbiyeden,
seviyeden" uzak bulduğunuz çocuklar belki de.
Belki hepsi hem ondan, hem bundan, hem şundan değil.
Ama biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan.
Aslında sevmediniz
Siz bu çocukları aslında hiç sevemediniz.
Sevmediğiniz için sevilemeyecek, sevinilemeyecek hallere de
getirdiniz.
Bu çocuklar bazen varoşların solcu çocukları oldu, bazen
başbuğların kurtları, bazen linçe uğradılar, bazen linçlerin
kalabalıkları oldular, bazen bir isyanla jilet atıverdiler, bazen
bir hoca peşine düşüverdiler, yerüstünde umut kovalarken yırtanı da
oldu, namusuyla kan ter içinde kalanı da, yer üstüne düşeni de
yeraltına sıvışanı da, araziye uyanı da yoldan çıkanı da; taş
attıkları da oldu mermi sıktıkları da...
Sünni idiler, Alevi idiler, Türk idiler, Türkmen idiler, göçmen
idiler, Kürt idiler.
Siz, yani belki siz değil de, işte o "Sizler", bu çocukları aslında
hiç sevemediniz.
Öyle tepeden, yükseklerden, makamlardan, rütbelerden kibirle bakıp
da, aslında çoğu zaman aşağılayarak, onları "adam etmek" ile bir
türlü edememek arasında kaldınız.
Onlara dair hakiki her şeyi, bazen inançlarını, bazen hayallerini,
oylarını, soylarını, yoksunluklarını, yoksulluklarını; ellerindeki
tek hazine haysiyeti de yamultarak, aşağıladınız.
Ama ölülerini çok seviyorsunuz.
Tabutları arkasında, sivil ve askeri erkân,
diziliyorsunuz.
Köşeler döşeniyor, manşetler düzüyorsunuz.
İktidar oluyor, sevk ve komuta ediyor, muhalefet de
yapıyorsunuz.
Dayakla, azarla, aşağılamayla, insan yerine koymayışla inlettiğiniz
bedenlerini ceset ceset kutsuyor; kırıp paramparça ettiğiniz,
gencecik çürüttüğünüz ruhlarını sanki onları hep sevmiş gibi yolcu
ediyorsunuz.
Bir bakın, bir yüzleşin, bir sadede gelin:
Hayatta kalan hiçbirini, neredeyse bir gün bile, "şehit"
adıyla uçanlara bir süre bahşettiğiniz şefkatle sevmeyeceksiniz
kolay kolay.
Hayat maalesef kimi için, hakiki sevenleri dışında, ancak
ölümle insani mana ve toplumsal saygı bulabiliyor:
Yaşarken zerre kıymetin olmadığı için...
Bir ihtimal, denk gelirse, ancak ölün
sevilebiliyor!”