Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, kimi felsefeciler, Aydınlanma mitinin yoğun bir etkisi altında, ama tuhaf bir eleştiri biçimi geliştirmeye meyletmişlerdi. Dünya Savaşı'nın yol açtığı yıkım nedeniyle, “Biz böyle düşündük; böyle düşündüğümüz için de başımıza bunlar geldi” biçiminde özetlenebilecek bir konum alışla, düşünme biçimlerinde bir revizyonu amaçlıyorlardı. Tabii bu mantığın kendisiyle tutarlı sonuçlarından biri de felsefenin terk edilmesi önerisiydi. İşte bu konum karşısında Alain Badiou nefis bir eleştiriyi dile getiriyordu: Sahi felsefe hiç o kadar güçlü olmuş muydu? Felsefeye sahip olmadığı bir kudret atfeden bu insanlar, aslında kendi kibirlerini öne sürmekten başka bir şey yapıyor değillerdi. Öyle bir kibir ki, Badiou’nun taşı gediğine oturtan ifadeleriyle, kibirlerinden vazgeçmemek için felsefeden vazgeçiyorlardı.
Yıllar önce, Badiou’nun bu satırlarını okurken, Oğuz Atay’a duyduğum derin sevginin de etkisiyle, içimden şöyle geçirmiştim: “O da bir şey mi Badiou Bey! Buralarda kibirlerinden vazgeçemedikleri için koca bir imparatorluğu yediler peynir gibi. Hâlâ da kibirlerinden vazgeçemedikleri için ülkelerinden vazgeçiyorlar!” Eh, “Sen ne gördün ki?” ifadesinde dile gelen görmüş geçirmişlik hali bir de benden geçsindi en nihayetinde, hemi de Badiou’ya meydan okurken! Koskoca bir tarihsel-toplumsal ergenlikten ben de payımı alıveriyordum böylelikle. Bu türlü bir görmüş-geçirmişliğin bir türlü atlatılamamış bir ergenlikten kaynayarak geldiğini bilmem hatırlatmama gerek var mıdır?
Eşit olmaya tahammül edemeyen bu kibir halinin bir travma olarak ilk belirişi sanıyorum Islahat Fermanı'ndan sonra Türk-İslam tebaanın içine savrulmuş olduğu ruh halidir. Malum, söz konusu ferman Osmanlı içerisindeki Müslüman tebaa ile Müslüman olmayan tebaayı hukuk önünde eşit kılıyordu. Fakat bu eşitlik Müslümanlar için öyle huzursuz edici bir şeydi ki Cevdet Paşa 10 numaralı Tezkiresinde şunları söyleyecekti: Bu Ferman’ın hükmünce teba’a-i müslime ve gayr-i müslime kaffe-i hukukta müsavi olmak lazım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyâde dokundu. Mukaddemâ musâlahaya esas ittihaz edilmiş olan mevadd-ı erba'adan birisi Hıristiyanların imtiyâzâtı mes'elesi olup ancak istiklâl-i hükûmete dokunulmamak şartı ile mukayyed idi. Şimdi ise imtiyaz bahsi geride kaldı, bi'l-cümle hukuk-ı hükûmette teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm ile müsâvî addolunuverdi. Ehl-i islâmdan birçoğu “Âbâ ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyyemizi bugün ga'ib ettik. Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bir ağlayacak ve mâtem edecek gündür” deyu söylenmeğe başladılar.
Hukuk-ı mukaddese-i milliye… Kanla kazanılmış bir mukaddes haktan mahrum kalmak… Mukaddes hak dediği de hukuksal üstünlük bakınız. Sonra da ırkçı değiliz filan diye poz kesmeler belirsin elbette 21'inci yüzyıl başlarında. Değil mi ama? Sonuçta hayatta kalmana izin verilmiş; bu eşitlik filan da ne! Ne diye uğraştırırlar ki bu Batı icadı fikirlerle?
Bazen insan gözü mürekkebe değmiş olduğu için bazı densizlerle konuşulabilir olduğu kanaatine düşüyor. Misal, 1915’le ilgili olarak, “Efendim önce Ermeniler saldırmaya başladı” diyenler, kendilerinden son derece emin! E be arkadaşım, hukuk önünde eşitliğe bile katlanamamışsın; bu bile sana zül gelmiş” dese insan, onun da pek bir anlamı olmuyor. Üstelik Cevdet Paşa'nın aktardığı söylenme hali, bir üstün olma durumunu kanla kazanılmış bir mukaddes hak olarak tarif ederken, zaten bir hakkın kazanılmasının zeminine ‘kanı’ yerleştirmiyor mu? Ama elbette akıl yürütmenin gittiği yer değil önemli olan; mühim olan ‘insanlık’ – kimleri içeriyor, kimleri dışlıyorsa artık bu insanlık da.
Misal, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi Merkez Komitesi Üyesi Paramaz (Madteos Sarkisyan) ile Mahkeme Başkanı Hurşit arasında ilginç bir konuşma geçiyor Mayıs 1915’te. Mahkeme Başkanına şunları söylüyor Paramaz: “Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için öylesine fedakârlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve fakat tüm bunlara karşılık bize reva görülen nedir? Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadınız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Suç ve baskıyı desteklediniz ve her türlü protesto biçimini susturmayı denediniz. Bir gün kendi onurumuzu korumak için kendimizi savunmaya karar verdiğimizde bizi katletmeye başladınız. Kesip budanan Mithatçı anayasanın bize tanıdığı hakları kullanmayı denediğimizde bizi yasaların sağladığı koruma dışında bıraktınız.”
Ne kadar ilginç değil mi ‘ortak vatan’ vurgu ve talebinin “bölücü bir Ermeni’den” geliyor olması? Tepki ya fiilen ya da mealen şu değil midir bunun karşısında: Ne ortak vatanı? Vatan ortak olsun da vatandaşlar olarak eşit ortaklar mı olalım?
Kana çağrı, kanı çağırır oysa. Kibrinden vazgeçmemek için canından vazgeçmek filan…