Önümdeki fotoğrafa bakıyorum. Dört yaşlı adam. Aralarında sümme haşa kadın yok, genç ve hatta orta yaşlı da. Evet, Türkiye gibi toplumu genç bir ülkede ben orta yaşlıysam, bu zevatın dördü de yaşlı. Suratları bir karış. Rahmetli babamın kendi uydurduğu bir deyimi vardı: “abus-ül vecih, kerih-ül manzar” diye. Yüz ifadesi asık, dış görünümü kötü denebilir belki. Vaziyet aynen o. Bu kişiler Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe taşıyacak aydınlanmacı olduğu iddiasındaki ana muhalefetin lider kadrosu.
Ağır Ceza Mahkemesi heyeti değil. Ne olmuş? Falanca milletvekilinin kalemi kırılmış. “Kapının önüne konacak.” Konuşma Notu yazarken Bakanlık’ta, fazla coşarsak kendimize “bir de İngilizce yaz aynı cümleyi, anlam ifade ediyor mu bak, ona göre devam et” derdik bazı arkadaşlar arasında. Örnekse, Britanya’nın İşçi Partisi’nde geçsin olay, Corbyn “kapının önüne koyarım” desin bir milletvekiline. Ben bir-iki deneme yaptım, siz de uğraşabilirsiniz tercümeyle ve konuyu İngiliz gazetelerine taşıyabilirsiniz imgeleminizde.
Bense bir ralli otomobilinde hayal ediyorum bazen kendimi. Kopilotmuşum. Hani şu sürücünün yan koltuğunda oturup, kucağındaki defterden güzergah hakkındaki notlarını okuyan. Aracımız on numara. Sürücü arkadaşıma bakıyorum. 65 yaşında. Tonton bir amca. Vitesleri rehavetle, belki arada dişlerinin arasından “bism..” diyerek değiştiriyor. Rampaya sarıyoruz. Tatlı tatlı muhabbet açıyor. “Bizim askerde bir çavuş vardı...” filan, bilirsiniz işte. Ara gaz veriyor, vitesi üçten ikiye atıp, yan gözle dikiz aynasına bakıyor. Düşünüyorum: “Rallide iyi derece yapamayız ama sürücümüz tertemiz adam.” Hani, “Jüri Özel Ödülü” filan olsa, onu alacağız belki.
Deneyimli gazeteci Orhan Bursalı, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, 130'uncu Bab-ı Ali Toplantıları'nda “sonuçlarının açıklanmasından sonra neden kitlesel protesto yapmadınız?” şeklindeki bir soruya “biz, tabii büyük bir kitleyle protestoya gidebilirdik ama referandum gecesi silahlanmışlardı” yanıtını verdiğini aktardı. Kapatın gözlerinizi, yukarıda eskizini çizdiğim tonton sürücüyü canlandırın zihninizde. Bu durumlara Amerikalılara “göz kırpmak” derler. Gereken, zamanlı re-aksiyonu gösterememek anlamında. Nitekim bu haberi sosyal medyada paylaşırken “ben de o gece ana muhalefet lideri değil, eski bir genel müdür olduğumu anladım” notunu eklemiştim.
Uymadı mı? Başkasına bakalım. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, Girne Yakındoğu Üniversitesi’nin külüp başkanı Işık Eyigüngöre’e tokat attı. Maçtan sonra yaptığı açıklamada: “Geldim, gereğini de yaptım, bundan sonra daha çok yapacağım. (...) ‘Tokatladı’ diyorlar. Yahu yaparım, daha çok da yaparım! (...) Tahrik ediyorlar. (...) Ayak ayak üstüne atmışlar keyifleri yerinde, sanki biz şeyiz…” dedi. (“Atı alan Üsküdar’ı geçti” mi geldi aklınıza. Çok kötü niyetlisiniz.)
Tam bunu örnek verip, haydi İngilizceye çevirelim, mesela İngiltere’ye uyarlayalım diyeceğim, bir de tokat mağduru Eyigüngör’ün açıklamasına takılıyor gözüm: “Fenerbahçe Başkanı geldiğinde ‘hoş geldiniz’ diye elimi uzattığımda bana yumruk attı kendisi. Fotoğraflarda da polis raporlarında da belli. Kendisinden maçtan sonra şikayetçi olacağım. Niye yaptı bilemiyorum kendisine sormanız lazım. Hiçbir şey yaşamadık durup dururken vurdu herkes gördü. Aziz Bey protokol tribününe geldiğinde hoş geldiniz diye elimi uzattım bana yumruk attı hepsi bu.”
Acaba Eyigüngör’ünki, referandum sonrası ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun tepkisini mi andırıyor? Yoksa, (“parti içi disiplin” diyecekmiş artık, öyle bildiriyorlar) Yıldırım’ın tokadı, Kılıçdaroğlu’nun Sağlar’ı kesin ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk etmesini mi? Hangi birini uyarlasak, tercüme etsek muasır medeniyet seviyesine? Çıkamadım ben içinden.
Dilerseniz, canlı yayında olayı yorumlayan Erman Toroğlu’na (topçuluk dönemindeki lakabıyla “Toros Kartalı”) bakalım bu defa: “Kim lan bu?! Kim lan ?” diyor, yüksek sesle ve defaatle. Üslubu da uyarlasak, içeriği de tercüme etsek İngilizce’ye, o da tutmayacak yine. Ama biz köyümüze geri dönelim derseniz, Eyigüngör’ünkiyle, Toroğlu’nun “re-aksiyonunu” yan yana koyalım ve soralım: Hangisinin “iş yapma” olasılığı veya haydi “satışı” diyelim, daha yüksektir “yalnız ve güzel” ülkemizde?
“Ciddileş artık” mı diyorsunuz, pekala. Batı’daki çeşitli hareketlere bakıp, dönüp bunları bizdeki HAYIR kampanyasının kendiliğindenliği, sivilliği ve her şeyden önce çoğulluğuyla karşılaştırarak “yeni siyasetin filizleri” diye bir terane tutturdum son zamanlarda. Pazar günü Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerini 39 yaşında kazanan parti-siz aday Macron’u da bu çerçeveye oturttum. Referandumun şaibesiz, hukuksuz olduğunu YSK dahi açıklayamasa da, geçmekte olduğumuz yeni durumda yüzbin imzayla bağımsız aday belirlenebildiğini ve seçimlerin iki turlu yapılacağını hatırlattım. Ne Macron’un “teneke neo-liberalliği” kaldı, ne benim Macron’un parti-siz değil bir dönem çalıştığı Rotschild Bankası’nın adayı olduğunu bilemeyişim. O zaman Türkiye için alternatif çözüm önerisi neymiş diye baktığımda da, gördüğüm yanıt neoliberal düzenin yıkıldığının farkında bir radikal sol iktidarı.
Her toplumun akıl hastalarına yaklaşımı farklı. Ünlü Fransız yönetmen Raymond Depardon’un Venedik yakınlarındaki bir adada kurulu akıl hastanesini anlatan 1982 yapımı “San Clemente” belgeseli sanırım bu alanda bir başyapıt. Öyle ki, belgeselin karakterleri olan akıl hastalarının esasen içler acısı hallerini izlerken çoğu zaman kendinizi de bulursunuz. Pederin bir deyimiyle başlamıştım, bari onunla bitireyim: Rahmetli, 1970’lerin ortalarında beni bazen elimden tutar, 1930’larda kendi çocukluğunun geçtiği İstiklal Caddesi’ne çıkarırdı. Her seferinde, elinde bir direksiyon simiti tutan berduş kılıklı bir adama denk gelirdik. Sakin sakin yürürken, kenardan onun ayarını bilen bir esnaf laf atar, adamcağız öfkeyle ağzından “arrrnnn...” filan diye motor sesleri çıkarır, ağzından tükürükler saçarak “gazlardı”. Şimdi, aradan kırk yıl geçtikten sonra, bir bilge kişilik olarak tahayyül edebiliyorum o adamı.