Kılıçdaroğlu’nun bir söyleşisi üzerinden, biraz uzunca bir yazı, affola!
Kemal Kılıçdaroğlu hiç ilginç görünmeyen, ilginç bir genel başkan! Yıllar sonrasında nasıl anılacak? Türkiye’yi uçurumun kenarından çekip alan isimlerden biri olarak mı? Yoksa birlikte yuvarlanan mı? İkisi de ihtimal. Bir gün birini, öteki gün diğerini düşündürüyor. Bir yaptığıyla insanın içini ferahlatıyor, diğeriyle çileden çıkarıyor. Bir gün hukuk devleti diyor, ertesi gün ‘anayasaya aykırı anayasa değişikliğine’ olur veriyor.
Bizim hocaların hocası olan, 1961 Anayasası’nın yapıcılarından rahmetli Bahri Savcı Hoca, bir idareci/insan tipini (mealen) şöyle tanımlarmış: “Bir insan vardır, o koltukta kırk yıldır neden oturduğunu bilmezsiniz. Sonra bir gün öyle bir şey yapar ya da yapmaz ki, neden kırk yıldır o koltukta oturduğu anlaşılır!”
Kemal Kılıçdaroğlu’nun davranışları bana Bahri Hoca’nın sözünü hatırlatıyor. Kıpırtısız duran insan, birden bire Ankara’dan İstanbul’a yürüyor ve yaklaşık bir ay dünya medyasında gündem oluveriyor, örneğin. Tam umudu iyice kestiğiniz bir anda, seçim ittifaklarına önayak oluyor. Aman ne güzel, diyorsunuz; daha cümleniz bitmeden Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığına yeşil ışık yakıyor. İçi kan ağlayarak, tezkereye evet diyor. Üstelik hangi kararı tek başına, hangisini parti kurullarından tartışıldıktan sonra aldığı da pek açık değil.
Hiç şart olmasa da içimden falcılık yapmak geliyor bu yazıda: Bana kalırsa, her şeye rağmen iyi hatırlanacak Kılıçdaroğlu. Türkiye’nin siyasal İslamcıların iktidarına seçimle son verecek tarihsel deneyime, birikime sahip olduğu ve bu muhtemel sonucun alınmasında Kılıçdaroğlu’nun önemli katkısı olacağını düşünüyorum. Umuyorum yıllar sonrasından bakıldığında, artıları eksilerinden fazla bir CHP lideri olarak anılacak. Kuşkusuz bu falcılığın bir yanı, temenniden ibaret! Halihazırda olup bitene bakıp ‘kötümser’ olanların daha çok gerekçesi var.
2009 yılında Radikal İki’de, Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı olması gerektiği yönündeki dileğimi yazdığımda, eşim dostum epeyce naif bulmuştu. O dönem belediye seçimi esnasında şans eseri Taşlıtarla’daki mitingine tanık olmuştum. Lastik çizme ile İstanbul’un çamurlu ara sokaklarını geziyordu. Farklı bir CHP’li siyasetçi profili çizdi. Hayli yüksek oy aldı. Ardından garip bir biçimde genel başkan oldu. On yılda çok şey yaşandı. Okurların bir kısmı saçma bulacaktır daha önce de yaptığım şu yorumu, ancak ısrarcıyım: CHP’nin çok az oy aldığını değil, AKP’nin çok fazla oy aldığını düşünüyorum! Haklısınız, yandaş basının ‘zam’ haberlerini ‘fiyat ayarlaması’ ifadesiyle vermesi gibi oldu bu cümle!
Olağan koşullarda, Kılıçdaroğlu’nun bir iki seçim kaybettikten sonra istifa etmesi gerektiğini düşünürdüm. Herhalde doğrusu da bu olurdu. Zira sürekli seçim kaybedip o koltukta oturmakta ısrar eden birinin, eleştirdiği iktidar sahiplerinden bir farkı kalmıyor. Haliyle “istifa etmeli” diyenleri anlamak mümkün. Ancak, koşullar olağan değil! AKP sıradan bir iktidar olmadığı gibi, CHP içinde AKP ile mücadelede gerekli hamleleri yapabilecek ve ‘zorunlu’ değişimi gerçekleştirebilecek birileri varmış gibi görünmüyor doğrusu. Varsa da vitrine çıkarılmıyor, bilemiyorum. Ayrıca taşra avukatı ile müteahhit ‘zihniyeti’ karışımının hayli baskın olduğu CHP’nin, hizipleşme konusundaki görkemli özgeçmişi de unutulmamalı.
Hal böyleyken, Kılıçdaroğlu iyi işleyen bir makine değil, tüm dişlileri pas tutmuş ve belli bir zaman diliminde donup kalmış bir parti devraldı. Oy artırdı ve orada takılıp kaldı! Ancak yüzde 25’te kalmış olmanın tek sorumlusunun yalnızca bir partinin siyaseti olmadığını savunuyorum. CHP’nin (ve diğer muhalefet partilerinin) iç sorunları ve bazen saplanıp kalmayı tercih ettiği ‘siyasetsizliği’ dışında çok önemli bir handikabı, özgül siyasi koşullarla ilgili: Anayasayı askıya alan ve olağanüstü güçlerle donanmış bir iktidar karşısında, anayasal çerçeve içinde kalarak siyasi mücadele yürütmek. Hiç kolay iş değil bu ve olağandışı yöntem ve araçlarla siyaset yapmayı gerektiriyor. CHP yapısı ve Kılıçdaroğlu’nun kişiliği söz konusu olağandışılığa ne denli yatkın, çok şüpheli.
Ancak aynı koşullar, CHP’nin zorunlu olarak kabuk değiştirmesini de gerekli kılıyor ve Kılıçdaroğlu’nun bu konuda başarılı olduğu kanısındayım. Yazının konusu da bu. Daha doğrusu, Kılıçdaroğlu’nun T24 yazarlarıyla söyleşisinde dile getirdikleri. İnternette bulabildiğim bağlantıyı buraya bırakıyorum.
Türkiye’de her dört seçmenden biri CHP’ye oy veriyor. O bir kişi, toplumun her kesiminden. Ortalama CHP seçmeni profili (daha) ise, eğitimli orta sınıf mensuplarından oluşuyor. Kuşkusuz eğitimsizi de, köylüsü de, yoksulu da mevcut ancak çoğunluk değiller. AKP ise yıllar içinde neredeyse tüm sağ seçmeni bir çatı altında topladı ve uzun süre her iki seçmenden birinin oyunu aldı. İşçi muhitlerinden, köylüden, ağırlıklı olarak esnaftan, kaplan olmaya çabalayan Anadolu kedilerinden vs. Her ne kadar kendi sermayesini, zenginini, görgüsüzünü yaratmış olsa da, hâlâ yoksul kesimden ciddi oranda oy alıyor.
O yoksul kesimin din ile kurduğu ilişkiyi, büyük ölçüde kişisel gözlemlerimden hareketle aylardır anlatamaya çalışıyorum. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum ancak, eğer birlikte yaşayacaksak ki herhalde öyle olacak, farklı kesimler arasında bir iletişimin gerekli olduğuna kuşku yok. Seçim/sandık için iletişimden söz etmiyorum. Biz insanız, seçmenlik haklarımızdan yalnızca biri.
Kişisel olarak muhafazakâr kesimle kurulacak ilişkinin, derdini anlatabilen ve diğerinin derdini anlayan dürüst bir ‘sol dil’ ile mümkün olabileceğini savunuyorum. O kesim diğer jargonu zaten biliyor ve illallah demiş durumda; yeni, samimi, eşitlikçi, dert dinleyen ve halden anlayan bir yaklaşıma ihtiyaç duyuyor. Muhalefet partileri bu durumu şu ana dek tam anlamıyla kavramışa benzemiyor.
CHP son zamanlarda böyle bir yol mu deniyor, yoksa ‘onlar gibi davranmaya’ çalışarak, gerekli olan değişimi yalnızca bazı ilkelerinden tavize mi indirgemiş halde, emin olamıyorum. Fakat bir şeyler yaptığı ve az çok etkili olduğunu görüyorum. Yakın, muhafazakâr çevremde fark edebiliyorum bunu.
Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun söyleşideki yorumlarıyla, küçük dünyamda tanık olduğum değişim örtüşüyor. Siyasal partiler, siyaseti artık hemen hiçbir işlevi kalmayan TBMM dışına çıkardığı ve yüz yüze ilişkiler kurduğu ölçüde başarılı olacak. Fakat yüz yüze geldiğin insana da, geleceğe dair anlamlı bir şeyler söyleyebilmeli. Karşılaşma, tek başına değer taşımıyor.
Eğer bir gün ‘daha’ eşitlikçi bir toplumda ‘daha’ insan gibi yaşayacaksak, bu ‘muhabbet’ çabalarının katkısı olacak. Sosyalistçe eşitliğin inşası için kalanını CHP’den beklemenin pek bir anlamı yok herhalde; sosyalist bir parti ve ideolojiden söz etmiyoruz nihayetinde.
Ezcümle, Kılıçdaroğlu’nun o toplantıda (katılmadığım şeyler de olmasına karşın!) ‘konuya ilişkin’ dile getirdiği açıklamalarını değerli, sevindirici buluyorum. Birkaçını, asıl önemli bulduğum kısımları siyaha boyayarak alıntılamak istiyorum:
"...bir kentin muhafazakâr dünyaya ya da merkez sağ siyasete yakın kanaat önderleriyle... buluşmalar gerçekleştiriyoruz. Toplantılarımızın temel kuralı, tüm katılımcıların bana özgürce, istedikleri soruları sorabilmeleri esasına dayalı... Bana istedikleri soruları sorabilsinler, ben de onların tüm sorularına samimi olarak yanıt verebileyim. Bu toplantılar bazen 3-3,5 saat sürüyor. Tabii biz de onlara soruyoruz 'Neden bize oy vermiyorsunuz?' diye...”
"...Referandumda tercihleri “Evet” olan ya da “Evet”e yakın olan kanaat önderleriyle buluşmanın önemini örgütlerimize sabırla anlattık. Onlara “Benim olmam şart değil. Siz de bize oy vermeyen, bize uzak duran muhafazakâr dünyanın kanaat önderleriyle buluşun. CHP’yi rahatlıkla eleştirebildikleri, CHP’ye yönelik düşüncelerini özgürce ifade edebilecekleri toplantılar düzenleyin” diyoruz...”
"Kısa sürede istediğimiz noktaya geldi, örgütlerimiz. Kabul edelim ki günümüzde miting yapmanın bir anlamı kalmadı. Kutuplaştırılmış bir toplumda, zaten size oy vermeye karar vermiş bir seçmen kitlesine, kendinizi anlatmanın bir anlamı yok (şükürler olsun!). Önemli olan size uzak duran ama tanımak da isteyen ve hatta tanıdıkça politik tercihini değiştirebilecek olan, bu değişimle birlikte çevresini de etkileyecek olan isimlere ulaşmak... Örgütlerimiz de bu kampanya tarzını memnuniyetle benimsedi. Bu zamana kadar kapısını çalmadığı, çalmaktan çekindiği toplumsal kesimlerle buluştukça ve bu buluşmaların olumlu sonuçlarını aldıkça daha da sahiplendi bu yöntemi..."
"Bu çalışmaların bir mitingden çok daha etkili ve yararlı olduğunu düşünüyorum. Kanaat önderleriyle yapılan toplantıların bir başka önemli örneği de kadın vaizeler ile yapılan toplantıdır. Son derece önemli ve faydasını gördüğümüz bir toplantı oldu. Bir başka toplantı örneği ise CHP’ye hiç oy çıkmamış köylerin muhtarlarıyla yaptığımız toplantı. Bir sonraki seçimlerde bize oy çıkar/çıkmaz beklentisine girmeksizin, o köylerin muhtarlarına kendimizi anlattık... Mersin’de, Antalya’da, Adana’da ise örneğin Yörükler ve Yörüklerin kanaat önderleriyle buluştuk...”
"Bu tür toplantılar için ağırlıklı olarak aralarında Ankara ve İstanbul’un da olduğu 14 ili hedef olarak belirledik. Bizim sorularımızdan (Neden CHP'ye oy vermiyorlar? / T24) ortaya çıkan sonuç ise CHP’nin bu isimlere ve bu isimlerin temsil ettiği toplum kesimlerine yönelik tepeden baktığı yönünde bir yargının olduğu. Üzülerek ifade edeyim, bizim halka tepeden baktığımız, küçümsediğimiz gibi bir algının yerleştiğini gördüm. Eğer biz böyle görünüyorsak, bunun sorumlusu biziz."
"Din elbette önemli bir faktör. Seçimlerden çok önce CHP'ye sıfır oy çıkan köylerde, ağırlığı Karadeniz Bölgesi'ne vererek muhtarlarla toplantılar yaptığımızı söylemiştim. Bu toplantılarda da 'CHP'nin dine mesafeli olduğu, inançlarla sorunlu olduğu' gibi yanlış bir kanaatin yaygın olduğunu görmüştüm...”
"Özetle, tüm örgütlerimize diyoruz ki 'Karşınızda kim olursa olsun önce onları dinleyeceksiniz. Dinledikten sonra da ilk sözünüz ‘Haklısınız’ olacak ve ardından ‘Beni de dinler misiniz?’ diye soracaksınız. Karşınızdakine, size yönelik ne derse desin, samimiyetle dinleyeceksiniz.”
"Partimizin tabanında 'emekli öğretmen' diye özetleyebileceğim bir kesim var, zaman zaman bize çok kızıyor, bize ders veriyor. Elbette onları da dinliyoruz. Haklı-haksız eleştirileri, insanların CHP hakkında ne düşündüklerini dinlememiz çok önemli. Bu vesile ile biz kendimizi anlatıyoruz. Elbette bize oy vermeleri şart değil. Ama CHP'yi anlatmak önemli. Bizim örgütlerimizde eleştirilere hemen cevap verme refleksi zaman zaman oluyor, diyorum ki, 'Acele etmeyin, sabredin ve önce dinleyin.”
"Zaman içinde demokrasi için kurduğumuz ittifakın büyüyeceği kanısındayım. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye'de biz göre bir sağ-sol siyaseti yok. Demokrasiden yana olanlar - otoriter rejimden yana olanlar var... Çok sık tekrarlıyorum. Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmalıyız…"
Yukarıda da altını çizdiğim gibi, bazı ifadelerine hiç katılmıyorum. Buna mukabil, siyasetin başka mecralarda ve yollarla yapılması gerektiğinin giderek daha fazla fark ediliyor olması önemli. Bu dil arayışı iki günde insanları akın akın muhalefet partilerine sevk etmeyecek kuşkusuz, ancak yavaş da olsa siyasetin asıl yarar getirecek yola girmesini sağlayacak: Eğitme ve dönüştürme.
Kılıçdaroğlu, konuşmasında özetlediği hedeflerine ne kadar ulaşır, bilinmez tabii. Fakat hem bu konudaki samimi çabasını değerli buluyor, hem de fanatikler ve dudaklarını muhtelif musluklara dayamış çıkarcılar haricindeki dindar çevrelerde, giderek daha etkili olduğunu gözlemleyebiliyorum. Mesele, milyonlarca yurttaşla çok gerekli olan iletişimi, ‘sağcılaşmadan,’ ‘laiklik savunusundan vazgeçmeden’ ve kendi köklü seçmen kitlesini kırıp dökmeden kurabilmesinde.
Süreçte, özellikle Canan Kaftancıoğlu gibi figürlerin ‘kesimleri bir araya getirebilme’ konusundaki katkısını ve İyi Parti ile Saadet Partisi’nin ‘kolaylaştırıcı’ ve ‘yol açıcı’ etkilerini de göz ardı etmemeli. Bu partilerin yapıları, seçmen tipleri ve katkıları ile muhafazakâr dünya ile ilişkileri, başka yazıların konusu olsun.
Yazının başına dönersem:
Kemal Kılıçdaroğlu, bu hayli zahmetli dönemin önemli figürlerinden biri olarak tarihe geçecek. Hayırla mı yâd edilecek, yoksa adını hatırlamak istemeyecek miyiz, şimdiden bilinmez. Tahminim ve dileğim, nihai olarak ‘iyi’ hatırlayacağımız yönünde. Eğer amacına ulaşırsa, yalnızca siyasal İslamcıları yapıştıkları iktidardan etmiş değil, aynı zamanda bundan yaklaşık yirmi yıl önce AKP’den beklenen ‘kesimleri barıştırma’ hayalini gerçekleştirme yönünde koca bir adım atmış olacak. Bana kalırsa yönetenlerin Kılıçdaroğlu’ndan nefret etmelerinin kökeninde yatan nedenlerinden biri de, söz konusu ihtimali görüyor oluşları. Kemal Kılıçdaroğlu’nu hiçbir görgü kuralı tanımadan ve mütemadiyen aşağılamaya çalışmalarındaki asıl saikin, küçümseme olmadığı açık. Yapamadılar, olmadı; bunun farkındalar. Yapılabilir, olabilir; bunun da farkındalar.