Yüz yılı aşkın süredir paktlarla, kirli antlaşmalarla, devasa harekâtlarla tutmaya çalıştığınız bir baraj, son 20 yıl içinde önce Irak’ta, sonra Suriye’de yıkılıyor.
Barajın önüne yeni bentler koymak için acımasızca davranıyorsunuz, nafile.
Hukuksuzca davranıyorsunuz, kâr etmiyor.
Hilelere başvuruyorsunuz, faş oluyor.
Uluslararası güçlerle, her türlü ödünü verme pahasına ittifaklar kuruyorsunuz, çatlıyor.
Akla gelebilecek her yolu deneyerek en azından küçültmeye çalışıyorsunuz, daha da büyüyor.
Dünyanın terörist olarak kabul etmesi için tüm “lobi” gücünüzü devreye sokuyorsunuz, ters tepiyor.
Yüz yıl önce “eşkıya”, bugün “terörist” diye ezdiğiniz, dilleri olmadığını söyleyerek aşağıladığınız Kürtlerin dili dünyanın kalbinde konuşuluyor artık.
Dilleri kesik olabilir ama Kürtler artık lâl değil.
Suriye’de 2011’den itibaren söylemeye başladıklarını dünya görüp dinlerken, siz tüm zamanınızı, tarihi durdurmaya çalışmakla, dolayısıyla zamanı ıskalamakla geçirdiniz.
Hâsılı, bugün Kürtlerin varlığını, onların ezilmekten kurtulmaya yaklaşmalarını tehdit olarak algılayanlar için gerçekten de çok zor zamanlar.
Ezilenler açısından tarih sadece şimdiki zamanla değil, bizatihi tarihin kendisiyle de yazılır. Direnişlerinin tarihi, ezilenlerin baş edilemeyecek miraslarından biridir. Bugün Kürtlere hükmetmeye çalışanlar, Kürtlerin direniş tarihine hükmedemeyeceklerini bilmiyorlar mı?
Biliyorlar elbette ama Kürtlerin “somut kazanımlarını” bertaraf ettiklerinde, mirasın hükümsüzleşeceğini sanıyorlar. Türkiye’deki iktidar şu an bu irrasyonalitenin esiri konumunda ama esaretin bedelini herkes ödüyor.
AKP-MHP ve diğer işbirlikçilerden oluşan iktidar pekâlâ zamanın dışında kalacak, kendi kendini yiyecek, bitirecek bir stratejiyi takip ediyor. Stratejinin temel hedefi basit aslında: İktidarda kalabilmek.
Bunun için keşfettikleri yol ise yüzyıllık ezber: “Kürtler kaybederse biz kazanırız.”
Evet ama kaybedecek “somut” bir şeyi olmayana neyini kaybettirebilirsiniz ki?
Kürtlerin Rojava’daki “kazanımlarını” yok etseniz bile, orayı tamamen çöle çevirseniz bile, son sekiz yılda olup bitenleri hatırlayacak tek bir Kürt bırakmasanız bile, IŞİD’i bertaraf edenleri dünyadaki tüm insanların zihninden silseniz bile, zamanı en fazla 2011 öncesine, Baasçılığın hâkimiyet dönemine kadar geri itebilirsiniz.
Peki sonra?
Diyelim ki Kürtleri 2011 öncesine kadar geriye ittiniz. Peki 2011’deki Kürtleri ne yapacaksınız? Onları da 1930’lara doğru mu iteceksiniz?
Tarihi tarihe doğru itmek kolay mı sanıyorsunuz?
Geçen sene söyleşi yaptığımız Prof. Dr. Hamit Bozarslan, “rasyonalitenin imha edilmesiyle birlikte tarihten, geçmişten intikam alma arzusu ortaya çıkıyor” demiş ve şöyle devam etmişti: “Erdoğan, geleceği, tarihten intikam alınacak bir zaman dilimi olarak görüyor. Bu da kaçınılmaz olarak şiddete başvurmayı gerektiriyor.”
Geleceği, geçmişten intikam alınacak bir zaman dilimi olarak görmeye başladığınız an, onu bir muharebe meydanından, dolayısıyla sürekli bir tehditten, varlığın sınandığı tekinsiz bir tünelden ibaret görürsünüz.
Böylece daimi bir anksiyete haliyle, geleceğe doğru atacağınız her adım sizi şimdiki zamanın gerisinde, tarihte asılı tutar.
Çünkü rasyonaliteyi kaybetmiş olarak sizin için gelecek artık geçmiştir, tarihtir. Fakat tarih “düşmanlarınızın” donuk vaziyette kaldığı bir saha değil ki. Siz tarihe takılı kalsanız da, tarih sizde kalmaz.
Bozarslan, bu hafta Bir+Bir sitesinden Alican Tayla’ya verdiği mülakatı şu sözlerle bitiriyor: “La Boétie’nin dile getirdiği gibi, kötüler dost olamıyorlar, olsa olsa işbirlikçi olabiliyorlar.”
Bozarslan modern siyaset biliminin mimarlarından ve bizim Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev isimli kitabıyla bildiğimiz Fransız düşünür Étienne de La Boétie’den yaptığı bu iktibası, Suriye’deki üç “anti-demokrasi”, yani Türkiye, ABD ve Rusya için kullanıyor. Fakat aynı indirgemeyi Türkiye’nin iç siyasete uyarlamamız için ziyadesiyle dayanak var.
AKP-MHP iktidarı etrafında kümelenmiş güç odaklarının dostluk değil işbirlikçilik yaptığını herkes görüyor. Ancak rasyonaliteyi kaybeden sadece iktidar olmadığı için, bu işbirlikçi ağ dramatik bir biçimde gelişiyor ve artık CHP’yi de içine alıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu, savaş tezkeresine verdikleri destek yetmiyormuş gibi, iktidarın önceki askeri harekâtlarının da savunuculuğuna soyunmuş. "Tezkereye 'evet' dememiz doğru politikaydı” demiş ve önceki harekâtları, Afrin’deki vaziyeti de şöyle savunmuş: “Türk askeri çekildiği zaman ne olacak oraya? Oradaki insanlar da Türkiye’ye gelecekler. Çekilmenin Türkiye’ye maliyeti çok daha ağır olacaktır. Dolayısıyla askerlerin o bölgede kalmasının, hem bizim hem o bölgede yaşayan, özellikle kadın, çocuk, yaşlı insanlar için zorunlu olduğu gerçeğini gördük. O çerçevede kararımızı verdik.”
Böylece Kılıçdaroğlu da artık savaşsızlık hâlini bir tehdit olarak algıladığını, Erdoğan’ı eleştirir gibi görünürken aslında Erdoğanizme geldiğini ilan etmiş oluyor.
Kılıçdaroğlu’nun vardığı nokta, kuşkusuz Erdoğan ve ittifakının büyük bir başarısı olarak kayda geçeceği gibi, TBMM’de grubu bulunan HDP dışındaki siyasetin nasıl bir paydada toplandığını da gösteriyor.
Savaşsızlığı bir seçenek olarak görmeyen Türkçü-İslâmcı ideoloji, irrasyonel hedefleriyle, tarihe husumetiyle birlikte CHP’yi de içine katarak bir kez daha hâkim siyaset hâlini almaya başlıyor.
Bu noktadan itibaren Kılıçdaroğlu’nun hızlı bir biçimde parti tabanını da kendi çizgisine, daha doğrusu Erdoğanizme doğru çekmeye çalışması işten bile değil.
Dolayısıyla 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri sırasında, iktidarda kalma hırsıyla rasyonaliteyi parçalayan iktidara karşı biraraya gelmiş, geleceği geçmişten intikam alınacak bir zaman dilimi değil, şimdiki tahribatın tamir dönemi olarak görenlerin de büyük bir yenilgisi söz konusu.
31 Mart-23 Haziran seçimlerinde CHP tabanıyla Kürtler arasında gerçekleşen yakınlaşma, tezkereye verilen destekle tarumar edildi. Kılıçdaroğlu artık bunu onaramayacağının gayet farkında olarak politika üretmeye, Erdoğanizmin argümanlarını “CHP diline” daha fazla tercüme etmeye yönelirse, şaşırmamalı.
Peki partilerinin Erdoğanizme doğru sürüklenmesine tüm CHP’liler razı mı?
İlhan Cihaner, geçen hafta yaptığımız söyleşide buna rıza göstermeyeceklerini söylemişti.
Peki CHP’de kaç Cihaner var?
CHP içinde hâlâ rasyonalitede ısrar eden, parti yönetiminin Erdoğanizme teslim olmasına itirazı olan CHP’li varsa, bundan sonra ne yapacaklar? Kendilerine yeni bir parti mi bulacaklar, yeni bir parti yönetimi mi?
9 Ekim öncesine kadar kendi partisindeki bölünmeyi engellemeye çalışan Erdoğan’ın kaygıları, şimdi Kılıçdaroğlu için de geçerli olacak mı? Herkes AKP’nin bölünmesini konuşurken, esas bölünme CHP’de mi olacak? Yoksa tıpkı Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın çizgisine gelişi gibi, CHP içindeki “rasyonel akıl” da Kılıçdaroğlu’nun çizgisine mi uyum sağlayacak?