Kılıçdaroğlu’na o yumruğu kim attı?

Bir yumruğun temsil ettiği toplumsal karşıtlığı nasıl çözümleyebiliriz? Toplumsal yapıdaki çokluk mercek altına alındığında bunu sınıfsal dinamiklerle, ırk, etnisite veya cinsiyete dayalı tabakalaşma unsurlarıyla açıklarız. Ancak bu, bireylerin çoklu kimlikleri göz önüne alındığında yeterli olmaz.

Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Bireylerin eylemlerini kendi özgün koşulları içinde tekil ve özgün dışavurumlar olarak değerlendirdiğinizde belli anlamlara ulaşır belli çıkarımlar yaparsınız. Oysa bu eylemleri toplumsal ilişkilerin bir yansıması, bir metaforu olarak değerlendirdiğinizde ise bütün toplumun ve içerdiği dinamiklerin temsili olan bir mikrokozmozla karşı karşıya kalırsınız. Böyle bir çerçeveden bakıldığında Kemal Kılıçdaroğlu’na atılan yumruk, basit bir ifadeyle şehit cenazesinde belli bir duygulanım içinde hareket eden şehit yakınının, acılı bireyin duygusal tepkisi değildir. Bu yumruk, kendini iktidarla ilişkilendiren kesimin ötekileştirdiği her bir birey üzerinde kullanmaya hak gördüğü söylemin, dışlamanın, hor görmenin ve son tahlilde kaba gücün temsilidir.

İktidar ve diğerleri arasındaki kırılmanın derinliğini ve etki alanını kabul ettiğimiz noktada asıl odaklanmamız gereken şey bu yumruğu kimin attığıdır. Bu yumruk yine basit bir algıyla tek başına eylemin sahibine mal edilemez. Bu yumruğun arkasında halkı kendi adaletini sağlamaya sevk eden, vatandaşın elinde imkan olduğunda kendini savunma yoluna gidebileceğinden, seçimlerde istenilen sonuç çıkmazsa altı yaşındaki çocukların eline taş verileceğinden, AKP iktidardan giderse terör çetelerinin ortaya çıkacağından, beyaz Torosların dolaşacağından söz edenler var. İktidarın kullandığı ideolojik silahların yanında bir yumruk, yalnızca bir yumruk değildir.

TOPLUMSAL KIRILMANIN FAY HATLARI

Bir yumruğun temsil ettiği toplumsal karşıtlığı nasıl çözümleyebiliriz? Kendini iktidarın yanında konumlandıranların arasındaki ortaklıkla, bu iktidar çemberinin dışında kalanların ortaklığı neye dayalıdır? Toplumsal yapıdaki çokluk mercek altına alındığında bunu en basit haliyle sınıfsal dinamiklerle, ırk, etnisite veya cinsiyete dayalı tabakalaşma unsurlarıyla açıklarız. Ancak bu basit ve yüzeysel anlatı bireylerin çoklu kimlikleri göz önüne alındığında yeterli olmaz. Örneğin yalnızca etnik temele dayalı olarak Kürt ve Türk ayrımından bahsederken, Kürt burjuvazisi ve Türk emekçileri söz konusu olduğunda sınıfsal ve etnik ayrımlara yönelik algılar ve değer yargıları bulanıklaşır. Benzer bir biçimde Kürt olmak ve hem Kürt hem Alevi olmak farklı değer yargılarına yol açar ya da toplumsal eşitsizlikte hem kadın hem de emekçi olmak daha fazla sömürü anlamına gelebilir. Dolayısıyla Türkiye gibi çok kültürlü, çok etnisiteli toplumlarda ayrışmanın net çizgilerinden söz etmek zordur. Bunun yanı sıra gelir dağılımındaki dengesizliğe ve bölgesel eşitsizliklere bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik kutuplaşma kültürel ayrışmanın geçirgen sınırlarını daha da bulanıklaştırır. Belli durumlarda ortaya çıkan “biz ve onlar” ayrışması, başka bağlamlarda “biz” ve “onlar”ı birleştirebilir. Belki de asıl üzerinde durulması gereken toplumsal kırılmanın fay hatları üzerinde inşa edilecek köprülerdir.

Toplumsal sözleşme bir arada yaşamanın sınırlarını ve koşullarını kapsar. Bu kapsam çoğunlukçu bir dayatmayla sağlandığında belli bir süre geçerli olabilir, çoğulcu bir müzakere sürecinin sonunda inşa edildiğinde ise karşılıklı özveri ve uzlaşıyı sürdürme misyonu da edinir. Türkiye 1990’lardaki koalisyonlar döneminde uzun süreli bir istikrar yaratmasa da farklı ideolojik partilerin ve çıkar gruplarının karşılıklı uzlaşısına dayalı bir yönetimle karşı karşıyaydı, bu uzlaşı ideolojik kutuplaşmanın toplumsal kırılmalara dönüşmesine de engel oldu. Öte yandan 2002’den beri devam eden AKP iktidarı, kazandığı her seçimde çoğunluğu bir meşruiyet kaynağı olarak kullanarak uzlaşıdan uzaklaştı, kendi kitlesi dışındakileri dışlamak, hedef göstermek, ayrıştırmak için söylemler geliştirdi. İktidar bir meşruiyet kaynağı olarak önceleri istikrarı kullanırken bugün ise bekayı kullanıyor, böyle olunca da kendi kendinin varoluş nedeni haline geliyor.

DEVLET VE ÖTEKİLERİ

Toplumsal dışlama ya da ötekileştirme farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Ancak toplumsal dinamiklerin ötesinde devlet eliyle, yani kurumsal bir biçimde ortaya çıkan toplumsal dışlama iktidarın güç ilişkilerini etkin bir biçimde kullanmasına bağlı olarak daha derin etki eder. Güncel örneklerle bakmak gerekirse, iktidar partisinden olmayan belediyelerin ödeneklerinin kısılması, devlet yatırımlarının yanlı bir biçimde gerçekleşmesi, örneğin belli bölgelere altyapı yatırımı, sosyal hizmetler veya kamu personelinin daha az verilmesi, belli kesimlerin vatandaşlık haklarının kısıtlanması devletin ötekileştirme ve dışlama politikalarına örnektir. Meşruiyetini oy çokluğundan alıp toplumsal uzlaşıya ihtiyaç duymadığını sanan bir iktidar elbet işler yolunda gitmediğinde, örneğin yandaşlık döngüsünü besleyemez hale geldiğinde ve seçmenin “milli irade”si başka bir yönü gösterdiğinde bocalar. İstanbul seçimlerindeki uzatmalar, “Bir şeyler oldu.” imaları, şehit cenazesinde AKP üyesi birinin ana muhalefet liderine attığı yumruk ve öngörülmesi hiç de zor olmayan başka çatışmalar hep bu vizyonsuzluğun, bocalamanın sonuçları.

Devlet, hükümet değildir, parti hiç değildir. Devlet bütün politik farklılıkların ve ideolojik yarışların ötesinde toplumun refahını ve bir arada yaşamanın çerçevesini sağlayan kurumlar ve kurallar bütünüdür. Ancak kurumların özerkliği ortadan kalktığında, kurallar kişiye özel veya konjonktürel biçimde belirlendiğinde, devlet görevlileri liyakat yerine akrabalık veya yandaşlık bağına göre belirlendiğinde devlet belli bir kesimin ele geçirdiği ve kişisel çıkarları için kullandığı bir silaha dönüşür. Yaşanan tam da budur; devlet kapsayıcılığını yitirmiştir, vatandaşlarıyla bağ kuramaz hale gelmiştir.

Toplumsal kırılmaların ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan çatışmaların hızla kontrol altına alınabilmesi için uzlaşı dilinin bir an önce hayata geçirilmesi, partiler arası diyaloğun güçlendirilmesi, toplumun farklı kesimlerini temsil eden örgütlü veya örgütsüz grupların yönetim mekanizmalarına katılımının yollarının açılması gerekir. Meclis bunun için vardır, mecliste sözlü soru önergesinin verilmemesi bile müzakereden ne kadar uzaklaştığımızın bir göstergesidir. Politika yapım sürecinde soru sorulmayan, denetleme yapamayan, bütçeyle ilgili herhangi bir yaptırımı olmayan meclis işlerliğini kaybetmiştir. Böyle bir durumda uzlaşıyı müzakere ile sağlayamayan karşıt kesimlerin yumruklaşması şaşırtıcı olmayacaktır.

İKTİDARSIZ İKTİDAR NEREYE KADAR?

1999 ve 2001 ekonomik krizlerinin ardından seçimi kazanan ve sıklıkla “enkaz” devraldığından yakınan iktidar partisi yine bir ekonomik krizle ve bir enkaz durumuyla karşı karşıya. Koalisyonlar dönemini istikrarsız olarak niteleyen ve istikrar adına gücünü sonuna kadar kullanan yönetim 31 Mart yerel seçimlerinden sonra bir kez daha “beka” derdine düşmüş durumda. İktidarının ilk döneminde AB merkezli dış politikaya bağlı olarak demokratikleşme sürecini yürütürken bugün iktidarda kalmak adına demokratik hakları baskılayan bir iktidar var. İktidar hem politik hem de ekonomik alanda güç kaybediyor, politika üretme kapasitesi azalıyor, toplumun gözünde inandırıcılığını ve meşruiyetini de yitiriyor. Buradan çıkış ancak ve ancak toplumsal mutabakatla mümkün olur, atılan yumruklarla değil.

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü