Yürüyor. Ana muhalefet lideri. Yürüyüş, başkentten taşraya.
Parlamentonun, hükümetin, kudretli icra makamı cumhurbaşkanlığının
olduğu yerden, olmadığı yere, İstanbul’a doğru.
Ana muhalefet partisi, ikinci büyük parti, sistemin iktidar
yapısının en önemli ikinci siyasi organizasyon, başkentin dışına
niye yürür? Başkenti niye terk eder? Cevabı belli ama tekrarda
yarar var: Yürüyüşün kendisi diyor ki, artık siyaseten başkent
kalmamıştır. Lafzi olarak hâlâ bir başkent varsa da orada siyaset
imkânı kalmamıştır. Siyasetin şimdiye kadarki mimarisi, ana
muhalefet partisinin olağan ikametgâhının başkentte olmasını
gerektiriyordu, bu gereklilik bitmiştir.
Hatırlatmak gereksiz ama artık bir iktidar partisi bile yoktur,
Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığını ve iktidar partisi
liderliğini şahsında birleştirdi. O hem parti, hem devlettir artık.
Geriye kalan kişi ya da heyetler ya omnipotent liderin
bürokrasisinde nefer olacaklar ya da sönümlenip gidecekler. Mutlak
itaat ya da mutlak ret. Mutlakiyet çağı.
İKİ YÜRÜYÜŞ BİÇİMİ
Malumatfuruşluk olacak, bağışlansın: İki siyasi yürüyüş türü
var. Biri genellikle merkeze, ikincisi genellikle merkezin
dışına.
Merkezden dışarıya, taşraya doğru olan siyasi yürüyüşler biraz
mitik ve biraz da teolojik özellik arz eder: Musa’nın Mısır’dan
çıkışı, Muhammed’in Hicret’i, Spartaküs’ün çıkışı, Temuçin’in
kabilesinden ayrılışı, 1. (Çelebi) Mehmet’in Niksar dağlarına
çekilişi, Gandi ve Mao’nun yürüyüşleri… Bulundukları mekânda,
merkezde siyaset imkânı kalmamış, onlar da merkezden
çekilmişlerdir. Geri dönmek üzere.
Bunların dışındaki yürüyüşler, özellikle “modern” siyasette
bildiklerimiz hep sistemin dışına, kenarına, ötesine
sürüklenmişlerin hak talebiyle merkeze yürüyüşleridir: İşçiler
yürüdü. Kadınlar yürüdü. Sömürgeler yürüdü. Amerika’da siyahlar,
Kızılderililer yürüdü. LGBTİ yürüdü. Savaş karşıtları yürüdü...
Hepsinde bir “hak” arayışı, bir “adalet” talebi vardı elbette,
fakat hiçbiri “siyasal sistemin olağan mekanizmaları”na dahil
olanların talep dillendirme yolu değildi. Hatta bu yürüyüşler, “ana
muhalefet partisi”nin de dahil olduğu sistemin tamamına karşı,
tamamının mukim olduğu merkezlere doğru yürüyüşlerdir esasen.
Doğrudan merkeze gitmeseler de oraya seslenirler. En ünlüsü Martin
Luther King’dir bu tipin.
İSTANBUL: İKTİDAR YOLUNDA BÜYÜK DURAK
İstanbul, siyaseten hem taşra hem merkezdir. Mevcut iktidarın
cumhurbaşkanı dahil ana kadrolarının temayüz ettiği yer. Recep
Tayyip Erdoğan’ı anlatan bir belgeselin adı da “yürüyüş”lüydü.
“Büyük Yürüyüş.” İstanbul, “iktidara yürüme”nin başlangıç noktası
Erdoğan ve yoldaşları için.
Ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu, işte iktidarın mukim
olduğu Ankara’dan, iktidara yürümek için iyi bir başlangıç noktası
olarak görünen İstanbul’a yürüyor. O zaman bir çıkış, bir hicret
ile bir meydan okuma birbirine eklemli demektir. O zaman, bu
yürüyüşün İstanbul’a ulaşması demek, yeniden Ankara’ya doğru bir
yürüyüşün başlayacağı fikrini ve umudunu içermesi demek. Esasen,
Ahmet Taşgetiren’in Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüne gösterdiği dikkat,
sembolleri iyi okuyan bir İslamcı ideolog ve teolog olmasının
olağan bir sonucuydu.
Eğer Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü birinci tipten değil de, sadece
tanımlı bir haksızlığın giderilmesi, bir tekil “hak arayışı”
yürüyüşüyse aradığı hakkın ihlalini getiren sistemin bir parçası
olmanın yükü ayaklarına dolanacaktır.
YARGININ YERİ VE CELP SİYASETİ
“Yargı sizi çağırabilir” tehdidi, yürüyüşün İstanbul’a
ulaşmasından önce bir müdahale olacağını anlatıyor. Bu tehdit aynı
zamanda, siyasetin şu anda büründüğü biçimin bir yeniden ifadesi,
malumun ilamı: Siyaset artık parlamenter bir faaliyet değil,
partisel bir faaliyet değil, kitlesel bir faaliyet değil siyaset
artık siyasete özgülenmiş mekanizmaların işlemesiyle yürüyen bir
faaliyet değil, siyaset artık idari ve yargısal bir faaliyet: Kanun
Hükmünde Kararnameler, cumhurbaşkanının buyrukları ve referandum,
evet genellikle tiranlaşma süreçlerine eşlik eden bir siyasi orta
oyunu olarak referandum ve idari herhangi bir birimden farkını
gösterme ihtiyacı duymayan yargı…
Siyaset yokluğu bu demek zaten: Her siyasal sözü, eylemi,
hamleyi yargıyla karşılamak, Charles Taylor’u takip ederek
söylersek, üç ihtimalli siyaset oyunundan iki ihtimalli yargı
oyununa geçiş demek. Kazanç, kayıp ve uzlaşmadan oluşan siyasal
oyun, beraat ya da mahkûmiyet, kazanç ya da kayıptan oluşan
yargısal oyuna sıkıştırılırsa, kim hangi niyeti taşırsa taşısın bir
tür savaş ortamına işaret eder. Uzlaşma kapısı kapalıdır. Gücü olan
oyunu kazanır. Kazanan her şeyi alır, kaybedene “Yargı sizi
çağırabilir.” İhzaren celp siyaseti. Tersinden Magna Carta.
Kılıçdaroğlu, iktidarın açtığı siyasa oyunlarında ve kurduğu
sahnelerde, dokunulmazlıkların kaldırılmasından Yenikapı’ya varana
kadar birçok karar anında muktedir karara katılarak bir çıkış, bir
uzlaşma, bir siyasal imkân aradı, sayısız eleştiriyi göze alarak.
Bulduğu cevap, siyasetin yokluğu oldu: Beştepe buluşmasında ne
derse desin, iktidar için orada çekilen fotoğraf önemli oldu
sadece. Yenikapı’da ne derse desin, orada çekilen fotoğraf önemli
oldu sadece; genelkurmay başkanı derekesine indirilmiş ana
muhalefet lideri. Kendi partisinin içinde de yoğun tartışmalara yol
açan dokunulmazlık kararının finali olarak, kendi milletvekili
tutuklanınca, başkenti terk etme, başkentten çıkma kararı aldı.
Şimdi İstanbul’a varmak üzere.
FİİLİ BİR ÖZELEŞTİRİ
O halde yürüyüşün hem kendisi hem de yönü, CHP’nin bir tür
özeleştirisi olarak da görülebilir. Baykalcı çatışmacılık
kompleksinden de, iktidara “devlet adamlığı” ekseninde gösterilen
uyumculuk kompleksinden de vazgeçildiğini gösteren bir özeleştiri.
HDP ve BDP’li siyasilerle birlikte fotoğraf vermeye cesaret etmesi
de bu dönüşüm imkan ve arzusunun bir başka enstananesiydi. CHP’nin
Kürtlerle ittifak yaptığı dönemlerde ulaştığı oyların anımsanmasına
da yol açan kritik bir enstantane.
CHP yürüyüşünün gecikmiş olduğunu söylemek de erken olduğunu
söylemek de bize düşmez, tıpkı doğru ya da yanlış olduğunu söylemek
gibi; ama şunu söylemek mümkün: Sistem dışına atılan adım, yeniden
sistemin çekirdeğine yürüyüş gücünü bulamadığınız taktirde,
egemenin mutluluğuna adım olabilir. Elbette yürüyüşçüler bunu
düşünmüşlerdir. Sistem dışına atılan adım, yeniden sistem içine
dönüş için gerekli enerjiyi, katılımı sağlarsa, mevcut iki
ihtimalli oyunda çatışma yoğunlaşacak demektir; yargıya yapılan
atfın anlamı bu ve yargı bunu yapacaktır muhakkak. Çünkü yargı
artık gerçekten bağımsızdır, hukuk dahil hiçbir şeyle bağlı
değildir, Erdoğan hariç.
Yürüyüş, tek tek bireyleri, grupları, toplumları bedenen de
ruhen de değiştirme potansiyeline sahip bir edim. Kılıçdaroğlu’nun
attığı her adım böyle şu anda. İktidar yanlıları bildik öfke ve
alaylarıyla karşılıyorsa da işi, değişim imkanının farkında
oldukları kesin. Yoksa öfke ve onun bir biçimi olan alay bu kadar
görünür hale gelmezdi.
CHP ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Beştepe ve Yenikapı fotoğrafı
gibi bir sıradan bir yeni rejimin takdis fotoğrafına dönüşmekle
güçlü bir dönüş yürüyüşü hazırlama seçenekleri arasında bir ipin
üstünde yürüyor. İktidarın yargısı tetikte. Durumdan gübre
çıkaranlar aportta. İstanbul’a az kaldı. Neler yaşanacağını hep
beraber göreceğiz.