Lady Macbeth, eline bulaşan kan sayesinde kazandığı kraliçe
kisvesiyle intihara sürüklenirken şöyle sayıklıyordu: “Kimin
bildiğinden ne çekinelim, nasıl olsa gücümüz sorguya gelmez. Yine
de kim yaşlı adamda bu kadar kan bulunacağını sanırdı? … İşte hâlâ
kan kokuyor. Arabistan’ın bütün ıtırları şu minicik elin kokusunu
temizleyemez.”[1] On binlerce insanımızı kaybettiğimiz, milyonlarca
insanı etkileyen, canından, evinden, şehrinden eden bir felaketin
ardından; hiçbir acı dinmeden, hiçbir yaşamsal ihtiyaç giderilmeden
son üç gündür yaşadıklarımızı düşünürken Lady Macbeth’in küçücük
ellerinden çıkmayan kan geldi aklıma. Tiranlığa taşıdığı kocasının,
kazandığını düşündüğü cezasızlık zırhıyla nasıl her adımda daha da
zorbalaştığı ve korktuğu tek şeyin ne olduğu da…
90’larda ilk gençliğini yaşamış, lise yıllarında tehlikeli
şiirler okumuş ve marşlar dinlemiş kuşağımdaki herkes gibi
‘devlet’i tanıdığımız iki şeyi, 'beyaz Toros' ve 'Yeşil'
çizimlerini, Pazar günü oynanan Bursaspor-Amedspor maçında
tribünlerde düşmana karşı açılmış bir bayrak gibi sallanırken
gördük. Bayrak ifadesini rastgele kullanmadım, egemenlik alametleri
bunlar. Herkesin olana, cumhuriyete ait olana yasa dışına çıkarak
çöken tiranların alametleri. Cinayet işleyen, uyuşturucu satan,
‘devlet’ için kurşun atan, kurşun yiyen ‘kahramanlar’ı cezasız
bırakan egemenliğin alametleri. Hesabı sorulmayan cinayetlerin ve
hesabı sorulmayan zenginleşmenin alametleri. Mülkün sahibi
iddiasının işaretleri. 12 Mart darbesinin belirlediği, 12 Eylül
faşist rejiminin kalın biçimde çizdiği sınırların bekçilerinin
alametleri.
Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremde, devletin varlığını
sadece egemenlik alametleriyle gösterir hale gelmesi, muhalefet
ittifakının yeni bir sürece girmesinin de ilk adımıydı. CHP lideri
Kemal Kılıçdaroğlu, “engelleseniz de tutuklasanız da…” gibi
cümleler kurarken, Akşener devletimizin yanındayız mesajı verdi.
Devletin tek temsilcisi Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan,
günlerce ulaşılamayan onca enkaz, Kızılay başta olmak üzere
dönüştürülen kurumlarda yaşanılan onca skandal, kamu hizmetinden
doğan ve binlerce can ve mal kaybına sebep olan onca kusurun
varlığında sorumluluk almaz, helallik isterken, CHP Genel Başkanı
Kılıçdaroğlu hesaplaşacağız dedi. 3 Mart Cuma günü 6’lı Masa
toplantısına giderken Oda TV’nin bir haberi dikkat çekiciydi:
“Kılıçdaroğlu ‘aşırı sol’ ile buluşacak”. Bildiğiniz eski tip özel
harp manşeti. 6’lı Masa toplantısının ardından Akşener,
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıkmakla
kalmayıp CHP’nin mevcut iki büyükşehir belediye başkanından birinin
tarihsel sorumluluk alarak cumhurbaşkanı seçilmesi çağrısında
bulundu, milliyetçi hamasetin en güdük söylemlerini içeren
konuşmasında. İmamoğlu’nun hukuki süreci düşünüldüğünde çağrı asıl
olarak Yavaş’aydı.
Egemenlik alametlerinin görünen yüzü Mehmet Ağar’a 90’lı
yıllarda hayranlığını gizlemedi Akşener. Susurluk’ta bu egemenlik
alametlerinin altına saklanmış onca pislik boca edilince Ağar’ın
kendisine devrettiği koltuğa oturmuştu. DYP’nin siyasi hayatı
bitince önce Erdoğan’ın başını çektiği yenilikçilere, ardından
MHP’ye katıldı. Mahkemelik olan ve genel başkan adayı olduğu MHP
olağanüstü kongresi sürecinde partiden ihraç edildi. Başka
ülkücülerle birlikte ama merkez sağ olma iddiasıyla yeni yuvasını
kurdu, yuvası CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun girişimiyle hayat
buldu.
Muhtemel bir iktidar değişikliğinde AKP-MHP rejiminin en uç
sınırına taşıdığı 12 Eylül rejiminin ‘makul’ sınırlarına
çekilmesini arzulayan tavrını gizlemedi. İttifak, Cumhurbaşkanlığı
seçimine Kürtlerin desteği olmadan girmeliydi, geçmişle, çetelerle
hesaplaşmaya girilmemeliydi, bu çetelerle içli dışlı olan sermaye
ve bürokrasi çok fazla rahatsız edilmemeliydi. Özcesi, 7 Haziran’ın
yıktığı düzen başka koşullarda yeniden yapılandırılmalıydı.
Kazanacak aday tartışmasının özünde de bu vardı. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun kazanacak aday olmaması değil, olması ihtimalinden
korkulmasının nedeni de bu olsa gerek.
Akşener’in masadan kalkarken gösterdiği tavır, önümüzdeki
günlerde nasıl tavır alırsa alsın semptomatiktir. Birkaç ay içinde
yapılması beklenen seçimler, yeninden inşa edilmek zorunda olan
cumhuriyetin sınırlarının nasıl çizileceğine ilişkin kavga
sahasının en önemli aşamasıdır.
Bu aşamada belirleyici olan halktan çalınan geçmişle, halkın
üzerine çökenlerle hesaplaşılıp hesaplaşılmayacağıdır.
Kılıçdaroğlu’nun yeniden inşa söylemi 12 Eylül’ün çizdiği sınırları
aşan kapsayıcı bir cumhuriyet vaat ediyor. Daha önemlisi kendisi
tarafından yapılacak olsa da yapılmayacak olsa da hesaplaşma
mücadelesini yapacaklara kapatılmayacak bir politik alan yaratma
vaadiyle Erdoğanizmi sermayesi, bürokrasisi ve siyasi temsiliyle
doğrudan karşısına alıyor. Akşener ise egemenlik alametlerinin
koruyuculuğunun kalkmasını istemiyor. Cumhuriyete çizilecek
sınırlarda da bu alametlerin kerteriz alacağını düşündürtüyor.
AKP-MHP rejimi de kendi çarkının dönmeye devam etmesinden başka bir
şey vaat etmiyor. Bu çarkın ‘olağanüstü’ dişlileri nedeniyle zaten
olağan bir iktidar değişikliğini gerçekleştirmek çok güç;
dolayısıyla olağanüstü bir siyasal yaratım sürecini gerektiriyor.
Bu nedenle geçiş süreci, seçimden sonra değil, seçimlere giderken
muhalefetin politikasının harekete geçirici unsuru olarak
düşünülmeli. Çünkü parti ve devletin seçimden önce ayrışmaya
başlaması, seçim sürecine müdahale olmamasının koşulu.
Masada ne yaşandı, Kılıçdaroğlu öfkelenip ayağa kalktı mı, yoksa
Akşener mi çok sert çıkıştı gibi tartışmalar değil meselemiz. Hele
ki hiçbirimizin can güvenliğinin kalmadığını bir kez daha
gördüğümüz şu günlerde. Hele ki yüzbinlerce insan barınma derdi,
geçim derdi, yaşamak derdindeyken.
Mesele nasıl bir ülke istediğimiz. Devletin yurttaşın tepesine
çöktüğü bir cumhuriyet mi yoksa yurttaşın devlete hâkim olabileceği
olanakların açıldığı bir cumhuriyet mi? Devletin kutsandığı bir
cumhuriyet mi yoksa hak ve özgürlüklerimiz için birlikte mücadele
edebileceğimiz bir cumhuriyet mi? Devleti temsil edenlerin
kusurlarını örtmek için azar ve ceza yağdırabildiği bir cumhuriyet
mi yoksa sorumluların açığa çıkarılıp yargılanabildiği bir
cumhuriyet mi?
Macbeth’in aldığı kehanetlere dayanan ve onu sürekli daha da
zorbalaştıran cezasızlık zırhı, hem de kehanetlere uygun olarak
yıkıldı; imkânsız görünenin aslında hiç de imkânsız olmadığını
gösterir biçimde.
2023’e giderken birçok insan için imkânsız görünen şeyler,
siyasal çabayla mümkün hale gelebilir ancak. Siyasi tarihimizde
nadir gerçekleşse de bunun hiç olmadığını söyleyemeyiz.
[1] Shakespeare, Macbeth, çev. Orhan Burian, Cumhuriyet Yayın,
1999, s. 98-99.