Türkiye son beş yıldır birbirinden ilginç, zaman zaman zıt siyasi süreçleri iç içe yaşıyor. Bir yanda giderek gücünü ve güç gösterme alanını genişleten otoriterizmin toplumu ve siyaseti soluksuz bırakma atakları, diğer yanda sürekli çeşitlenen, "yenilgilere" teslim olmayan ve yeni nefes kanalları açmaya çalışan (veya neden olan) taze muhalefet deneyimleri. Baskıcı yönetimler ve antidemokratik uygulama örneklerine hiç yabancı olmayan siyasal tarih için bile hâlâ "böyle bir şey olabilir mi?" dedirtecek hamlelerle, sonuçları ve "başarısı" tartışma konusu olsa da bu memleketin siyasal-toplumsal hafızasında örneği pek olmayan, daha önce pek deneyimlenmemiş nicelik ve nitelik olarak yüksek muhalefet eylemleri kısa bir zaman aralığında yan yana izleniyor. Kimi hayret uyandıracak samimiyetleri, kimi şimdiye kadar neden olmadığı sorulabilecek ittifakları ve neden olduğu bir türlü anlaşılamayan mesafe koymalarla, gecikmiş boşanmaları peş peşe seyrediyoruz. Her şeyin üzerine boca edilmiş yapışkan bir yalan sosuyla sıvanmış "zengin" bir açık büfenin karşısındayız. Herkes aradığını bulabiliyor ama beklediği tadı bir türlü yakalayamıyor.
Üzerinden yeterince zaman geçtiğinde hakkında çok şey yazılacak, biraz dışından bakılabildiğinde çok daha fazla hayret uyandıracak, bu memlekette yaşanmıyor olsa izlemekten büyük bir heyecan duyulabilecek dev bir siyasal-sosyal laboratuvar deneyinden geçiyor gibiyiz. İçinden geçilen ve yaşanılan o kadar sert ve ağır ki, olup bitenden kalan bakiyeye, "öğrenilene" odaklanmaya pek sıra gelmiyor. Mesaj okumalardan, ders çıkartmalardan bahsedenler ciddi bir kalabalık oluştursa da, muhasebe henüz taktik manevra oluşturma sınırlarını aşabilmiş değil. Ama bunun çok bir önemi de yok aslında. Çünkü, öğrenme farkında olmakla hızlanan ama hiç farkına varılmadığında da devam eden bir şey. Süreci yaratanlar, kontrol edenler, içinde olanlar, maruz kalanlar, izleyenler farklı hızlarda, farklı dolayımlarla ve farklı oranlarda ama kaçınılmaz olarak "öğreniyorlar". Ancak, toplumsal - siyasal süreçlerdeki bu "zorunlu öğrenme" süreçle kurulan ilişkiye çok bağlı: Tam tersi gibi görünse bile, öğrenme sürecinde, süreci kontrol iddiasındakiler (iktidar ve bağlaşıkları) eksiklerine, itiraz edenler (muhalefet) ise güçlerine odaklanıyor ve bu iki durum iki taraf için de öğrenmeyi yavaşlatıyor.
İktidar cephesine bakınca, son beş yılda yaşananlardan "öğrenilen"; "bir daha Gezi gibi bir hadise yaratılamaz, geçti o zamanlar" cümlesiyle özetlenebilecek sığlıkta. Önüne arkasına eklenen cümlelerle, içine yerleştirilen sıfatlarla sahtekar bir "hoşgörü" ile, ima filan değil apaçık tehdit sınırına kadar yayılan bir yelpazede gezinip duruyor bu cümle. Şimdilik kontrollü müsamereler halinde görülen ama "fazlası var" imasının hiç elden bırakılmadığı "yürümeyen yüzde elli ile karşılaşma" teması, en resmi ağızlardan sürekli doz artırılarak sürdürülen suçlama ve hedef göstermelerle canlı tutulmaya çalışılıyor. Peki, nedir Gezi hadisesini, 17 - 25 Aralık'tan ve hatta 15 Temmuz'dan bile daha önemli "ders notu" haline getiren? Eksiklik ve zaaf gösterilmesi, karşısına koyulacak şey konusundaki basiretsizlik ve devlet refleksiyle iktidar ihtiyaçlarının buluşmasında yaşanan zamanlama hatası. Bu öğrenilen eksikliklerin bir kısmı "cemaate" yüklenerek açıklansa da, "geçti o zamanlar" öncelikle iktidarın kendine söylediği bir söz. Ve asıl öğrendiği de; gösterdiğinden çok daha fazla korkacağı şey olduğu.
Muhalefet tarafında ve özellikle de Adalet Yürüyüşü dolayısıyla "ana akım muhalefet" çevresinde ise durum galiba tam tersi. Öğrenmeyi sakatlayan "güç takıntısı" hafifledikçe ve doğal akışa direnç azaldıkça, temas yelpazesi genişledikçe korkulacak çok daha az şey olduğu öğreniliyor. Sakınarak suçlamaları savuşturmanın mümkün olmadığı, telaşlı ve ezik bir savunmanın sadece suçlamaya hizmet ettiği, suçlamalardan etkilenebileceklerin çıkardıkları gürültü kadar olmadığı daha kolay görülüyor. Aslında geçerli olan işliyor, öğrenmeye izin verildiğinde daha çabuk öğreniliyor. Öğrendikçe, eksikler daha kolay görülüyor, eksikler daha kolay tamamlanıyor. Günlerdir hakkında konuşulan, çeşitli tezvirata neden olan HDP'nin yürüyüşle teması meselesinde bu çok açık biçimde görüldü. Ne yaşananlardan dolayı kıyamet koptu, ne de zaten yapılmakta olan suçlamalar daha güçlü hale geldi. Korkulanın gösterilenden az, eksiğin hissedilenden fazla olduğu daha çok anlaşıldı. Burada küçük bir parantez açarak, Nuriye ile Semih'in ve Veli Saçılık'ın kararlı mücadelelerinin güç - korku ilişkisi açısından öğrettiklerini de özel olarak not etmek gerekiyor.
Son yıllarda yaşananlara bakıldığında, muhalefetin çok fazla ve "değişik" deneyimle, hatta epey kabarık "yenilgi" listesiyle iktidara nazaran daha fazla şey öğrendiğini düşünüyorum. Henüz bu öğrenilenler bir faydaya dönüşmese de, orta - uzun dönem için daha fazla umut vaat ediyor. Ancak, iş "öğrendiklerinden" sonuç çıkartmaya ve avantajlı durum üretmeye geldiğinde de, iktidarın açık ara önde olduğunu söylemek gerek. İktidar korkması gerekenleri saptama ve bunların karşısında geliştireceği tepkinin ölçüsüzlüğü konusunda çok mesafe kaydetti. Ama aslında olup biten hakkında öğrendikleri (biraz da öğrenilmesine koyduğu yasak ve sistemli hale gelen bilgiyi bozma çabası yüzünden) o kadar fazla değil. Refleksleri güçlenirken, öğrenme güçlüğü ve dolayısıyla "cahilliği" de artıyor. İşte önümüzdeki üç - dört gün için endişeleri yükselten de bu durum. Yeni bir 16 Nisan efekti yaratabilecek Maltepe Mitingi iktidar için ne kadar ürkütücü? AKP medyasında tehdit dozundaki hızlı yükseliş, zamanlaması ve açıklanması çok manidar "önlenmiş saldırı" haberi gibi veriler iyimser düşünmeyi zorlaştırıyor. Ama "öğrenilen cesaretin" kıymetini de bir o kadar artırıyor.