Kim korkar feminist arkeolojiden?

Feminist arkeolojiden bahsetmek bir cesaret haline gelmiş durumda. Ama bizi özne kılacak şey tam da bu politik ortam içinde alacağımız otantik tavır değil mi?

Abone ol

Ülkenin sevimsiz yerel seçim gündemi bir yandan devam ederken, diğer yandan işçi katliamları, kadın cinayetleri, ekokırımlar hız kesmeden sürüyor. Bırakın insanların kendini gerçekleştirmesini, nefes almanın bile zorlaştığı günlerden geçiyoruz. Topluma ve politikaya aynı anda sirayet eden yozlaşma ve vasatlık hepimize bir virüs gibi iyice tutunmuş. İyi ve güzel olan kirleniyor, yok oluyor veya bu topraklardan gidiyor. Tüm bu nefes alınamaz hal içinde üniversiteler ve üniversite öğrencileri de payına düşeni almıyor mu? Bir yandan neoliberal eğitim politikalarına kapılar sonuna kadar aralanmış, akademik üretim bir sayıya veya yüzdeye indirgenmiş durumda. Akademide, nicelik ve nitelik arasındaki fark yok olmuş. Eğitim, sermayeye ucuz işçi üretmenin sahası haline getirilmiş. Diğer yandan, gericilik hiçbir dirençle karşılaşmadan eğitim sistemine entegre ediliyor. İlkokullarda din dersi, ortaokullarda peygamberin hayatı, yükseköğretimde aile yaşamı dersleriyle gerici ilkeler genç beyinlere nakşediliyor. Yoksul ve cahil bırakılmış toplum ayın sonunu getirme ve borçlarını kapatma derdindeyken, sivil toplum da susturulmuş ve korkutulmuş durumda sembolik eylem ve basın açıklamaları yapıyor. Geriye kalan herkes zaten mahpusta.

TÜM BUNLAR OLURKEN KİMİN UMURUNDA FEMİNİST ARKEOLOJİ?

Öyle demeyin… Konuyla çok ilgisi var. Bugün, üniversitede feminist arkeolojiden bahsetmek bir mesele. Ya sizinle alay ediliyor veya görmezden geliniyorsunuz. “Akademide taciz var” demek mesele. Büyük bir tabuyu delmeye yeltendiğiniz için cezalandırılıyorsunuz. Daha çok yakın zamanda kendi kurumumda bir erkek öğretim üyesi kendi ailesini (çocuğu da dahil olmak üzere iki kadını) katletti, birine ağır işkence uyguladı. Her gün ‘boşanma aşamasındaki’ kadınların katledilişini veya fiziksel, ruhsal şiddete uğramasına tanık oluyoruz. Sokaktaki tacizler, laf atmalar, bakışlar vs. haber konusu bile olmuyor. O kadar kanıksanmış. O kadar doğal! Bu bilgiyle, bu endişe ve korkuyla yaşıyor, karşı cinsle sağlıklı ilişkiler yaşamaya çalışıyoruz. Kolay değil. Hangi sınıftan veya eğitimden olursa olsun kadın olan bu korkuyu bilir.

PEKİ TÜM BU BİTİMSİZ ŞİDDETİN NEDENİ NE? ONU MEŞRU KILAN NE?

Bu şiddetin nedeni patriyarkal yapı. Yani kadını nesneleştiren ve köle olarak gören erkek egemen sistemden bahsediyoruz. Erkeğin ayrıcalıklarla donatıldığı bir yapı bu. Öyle ki, erkeğin bunun farkında bile olamayacağı kadar doğal görünen bir yapı. Bu yapının derin bir tarihi var. İşte bu derin tarihin anlaşılması, araştırılması, okunması ve analiz edilmesi için geliştirilmiş feminist arkeoloji ve/veya toplumsal cinsiyet arkeolojisi o nedenle toplumun gerici, eşitliğe karşı ve erkek egemen kesimleri tarafından bir tehdit olarak görülüyor.

Tam da o yüzden, bu tarih anlaşılmasın, okunmasın, öğrenciler bunu öğrenmesin ve başka kişilere yaymasınlar diye sürekli olarak engellenmeye çalışılıyor. Üniversitelerde çok az öğretim üyesi toplumsal cinsiyet arkeolojisi çalışıyor veya bu konularda lisansüstü tezler yazılmasına sıcak bakıyor. Tüm bunlar sadece arkeoloji biliminin çeşitliliğini etkilemiyor, aynı zamanda kadınların eşitlik talebinin toplumsallaşmasını ve bilimsel destekleri de engelliyor.

Burada tespit etmemiz lazım gelen iki şey var. Birisi arkeolojinin Türkiye’deki gelişimindeki bazı temel arızalar. Diğeri ise günümüzde eşitlik talebinin bastırılmaya çalışılması ve kadın, LGBTQ+ hareketinin kriminalize edilme çabası. Bu ikisinin birbirine güzelce entegre olmasıyla birlikte kadınların eşitlik talebi olan feminist görüşün ve hareketin akademiye sokulmaması gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.

ARKEOLOJİ, YAPISAL OLARAK DEVLETÇİ, MİLLİYETÇİ VE PRAGMATİST OLDU

Şimdi Türkiye’deki arkeolojinin genel politik tutumunu ele alalım. Arkeoloji, 20’nci yüzyılın başlarında ulus devlet ideolojisinin toplumsal alana yerleşmesi için ortak dil, geçmiş, kültür iddialarını güçlendirmek ve Türklerin Anadolu’daki varlığını meşru kılmak amaçlı desteklenmişti. İlk başlarda Hititler (o zaman verilen adıyla Etiler) ile Türkler arasında dilsel, etnik bağlar keşfedilmeye çalışılmış, yeni başkent Ankara çevresindeki arkeolojik kazılara önem verilmişti. Bu anlamda Sıhhıye’deki Alacahöyük imgesi tesadüfi değildir. Aynı şekilde, Alacahöyük’ün ilk kazıcısı Hamit Zübeyr Koşay’ın esasen bir Türkolog oluşu da bu tarihsel bağlamda anlam bulur.

Devlet ideolojisi ile arkeoloji arasındaki yakınlık zaman içinde biçim değiştirmiş olsa da halen kuvvetlidir.

Bugünkü politik iklimde, arkeolojinin turizmin bir bileşeni ve katkı sağlayanı olarak araçsallaştırıldığını ve bu uğurda arkeolojinin evrensel ölçütlerde bilimsel üretiminden çok restorasyon ve konservasyon çalışmalarına evriltildiğini, dahası arkeoloji hocalarının da arkeolojinin bilimsizleştirilmesinin gururlu birer neferlerine dönüştüğünü görüyoruz. Kısaca; arkeoloji, yapısal olarak devletçi, milliyetçi ve pragmatist oldu. İlk zamanlarında elitizme, sonrasında ise dünyayla teması sınırlı, içine kapalı bir zihniyete teslim edildi. Nesiller ilerledikçe akademisyenlerin kaliteleri ölçülebilir şekilde düştü. Ayrıca arkeologlar başarılı şekilde değişen politik atmosfere uyum sağladı. Mesela AKP döneminde arkeologların –normalde tüketmelerine rağmen- sosyal medyalarında alkollü içki paylaşımı yapmaması dikkat çekicidir! Böyle bir tavrın geçerli olduğu akademik camiadan yenilikçi, özgün ve ilerici atılımlar beklemek fazla kaçabilir.

Umut Sarıkaya’nın efsane karikatürü. Kuram ve yenilik düşmanı bir bilim dalı bilimsizlikten mustarip olur ve her türlü araçsallaştırmaya açık hale gelir.

İkinci olarak arkeolojinin Türkiye’deki bilim geleneği tartışılmalıdır. Feminist arkeoloji veya toplumsal cinsiyet arkeolojisi deyince neden irkilir bir bilim camiası? Cevabını vereyim: Bunlar hakkında hiçbir şey okumadığı ve bilmediği için.

Türkiye arkeolojisi geneli itibarıyla bir malumatlar arkeolojisidir. Kuramsal yönelimi ise kültür tarihçiliğidir. Arkeolojik nesneler birbirleriyle karşılaştırmalı olarak incelenir, göreli tarihlendirmeler yapılır.

Kazılardan elde edilen ve tipolojik olarak sınıflandırılan nesne grupları içinden birbirine benzeyenler tespit edilir ve bu ortaklıklar bir ‘kültür’ ismi olarak tanımlanır. Gerçek şu ki birçok arkeolojik araştırmanın çıktısı sınıflandırılmış objelerin bir dökümü ve göreli tarihlendirmesinden ibarettir. Yorumlar çoğu zaman bariz olanın ifşası niteliğinde kalır ve arkeoloji makalelerinin sonunda iki cümlelik cılız öneriler olmaktan ileriye geçmezler. Kültür tarihçiliği arkeolojinin tek yapma biçimi olarak lanse edilir ve böyle öğretilir.

Türkiye’de birçok akademisyen arkeolog bırakın arkeoloji dışındaki bilim dallarıyla ilgilenmeyi veya kuram üreten disiplinlerle temas kurmayı, arkeoloji içinde değişen teorik tartışmaları bile takip etmez. Teorik arkeoloji birkaç kişinin ilgilendiği ‘boş beleş işler’ olarak görülür. Böyle bir bilimsizlik ve cehaletle başa çıkmak kolay mı ey okur?

Kurama yabancı söz konusu durum, kuram düşmanlığını da beraberinde getirir. O yüzden özgün ve yenilikçi çalışmaların önü ivedilikle tıkanır, camia içinde böyle ‘aykırı’ duruşlara hoşgörü gösterilmez. Malumatçılık tarafından domine edilen akademik ortam kendine benzemeyenleri saf dışı bırakmak için çaba içine girer. Bunda da çoğu zaman başarılı olur. O nedenle tıpkı Collingwood’un tarihçiler için ifade ettiği gibi, Türkiye arkeolojisinde, “dar çerçeveli sorunlar üzerindeki eşi görülmemiş uzmanlık, geniş çerçeveli sorunlarla uğraşmaktaki eşi görülmemiş zayıflıkla” bir arada görülür. Geçmiş olsun!

Biri feminist arkeolojiden korkuyorsa, eşitlikten korkuyor demektir.

İşte bu iki tespit, bize Türkiye’de feminist arkeolojinin neden gelişemediği yönünde bazı ipuçları veriyor. Bir yanda politik konjonktürümüz diğer yanda arkeolojinin yapısal sorunları. İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlükten kaldıran, LGBTİQ+ bireyleri kriminalize eden, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yoktur” diyen bir politik iktidar elbette kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesine destek vermeyecektir.

Feminist arkeolojiden bahsetmek bir cesaret haline gelmiş durumda.

Ama bizi özne kılacak şey tam da bu politik ortam içinde alacağımız otantik tavır değil mi? Her güne ‘boşanma aşamasında’ katledilen bir kız kardeşimizin haberiyle başlarken, nesneleştirilmiş ve köleleştirilmiş kadını tarihin ve yaşamın dışına iten bir anlayışa nasıl boyun eğeriz? Bir sınıf bilinci gibi toplumsal cinsiyet bilincini yaymanın, eşitliği talep etmenin ve gece-gündüz sokaklarda olmanın ve en önemlisi kendi kapasitemizi gerçekleştirmenin yollarını aramaya devam etmeliyiz. Bu mücadelenin ve eşitliğin toplumsal alanda içselleştirilmesi için feminist arkeoloji dahil tüm toplumsal cinsiyet çalışmalarının hem üniversitelerde hem de akademi dışında yaygınlaşması gerektiğine inanıyorum. Türkiye gibi otoriter, tek adam rejimine sahip ülkelerde kadınlar ve tüm dezavantajlı toplumsal kesimler için yaşama tutunmanın tek yolu mücadeleden geçiyor. Tarihimizi bilmek, patriyarkayı tanımanın ve kadının nesneleştirilmesinin farklı tarzlarını görmenin bir yöntemi. Feminizm, kadınları ve erkekleri birlikte özgürleştirecek, onları eşit bireyler kılacak düşüncenin adıdır. Bundan korkulmaz. O nedenle, bilin ki eğer biri feminist arkeolojiden korkuyorsa, o kişi eşitlikten korkuyor demektir. Eşitlik talebini bilmeyenlere ve anlamayanlara aktarmak bizim görevimiz. Görevimizin başındayız!