Sedat Peker beşinci videosunda “siyasi mahkûm” olduğunu söylüyordu. Türkiye’de “organize suç örgütü lideri” olarak anılmasına kızmasının nedeni bu tanımda gizli: Kendi konumunu siyasi olarak tanıtmayı başarırsa giriştiği mücadelede başarı şansı olacak, tanıtamazsa hiç ya da çok az olacak. Giriştiği mücadele, Ruşen Çakır’ın isabetli gözlemiyle “denk olmayan güçlerin savaşı” ve “postmodern yeraltı dünyası savaşı” niteliğinde.
BERABER SALDIRDIK MEDYA PLAZALARA!
Bu asimetrik savaşta Peker, “yeraltı” dünyasının değil, yerüstünün, kamusallığın figürü gibi hareket etmeyi seçerek, iki avantaj yakalamayı umuyor: Öncelikle, iktidarın ülkede medyayı partileştirmesinin yol açtığı ortama karşı dijital imkanları kullanarak bu yeni medya rejiminin müflis halini de gösterecek şekilde etki üretmek; ki her videoda kimi gazetecileri hedef almasının bir sebebi de bu. Gazetecileri hedef almasının ikinci nedeni, mevcut medya düzeninin kuruluşundaki kişisel rolü: Hürriyet baskınını “organize eden”. Demirören’i sık zikretmesi hem medyadaki “son dönüşümün” bir ortağı oluşu hem de siyaset-işdünyası ilişkilerinin ayrıntılarına vakıf olması; “imam mı bilecek, tabii ben bileceğim” demesi de bununla bağlantılı.
Sedat Peker’in bir başka hedefi de “firari değil sürgün” olarak tanınma, kabul görme yollarını açmak. Beşinci videoda, “kırmızı bülten” çıkarıldığı açıklamasıyla dalga geçip, kendisini kötülemek için iktidar televizyonlarından eski mitinglerinin yayınlanmasına atfen ekledi: “Bana çalışıyorlar.” Mitingler yapan, “terör örgütlerinin ölüm listesinde” yer alan, bu nedenle kendisine resmî koruma verilmiş birisinin iadesini “hukuka bağlı” bir ülkeden sağlamanın zor olduğunu iyi biliyor. Altınca videoda kendisiyle ilgili “kırılma noktası” diye Elâzığ mitinginin engellenmesini anlatması da hem bu amaca hizmet ediyor hem de Ağar’a ilişkin özel mesaj taşıyordu: “Elazığ’da, Ağar’ı rahatsız edecek kadar güçlüyüm.”
AĞAR VE SOYLU’YA GÖZDAĞI: YEMEĞİNİ GETİREN BENİM ADAMIM
Altıncı videoda, kendi gücüne ilişkin bir başka anlatım da “koruma” meselesiyle bağlantılıydı, bu hem Süleyman Soylu’ya hem Mehmet Ağar’a ilişkin bir gözdağı boyutu içeriyordu. Altıncı videoyu neredeyse Mehmet Ağar’a geçmiş olsun mesajıyla açtı, “yakın takipteyim” diyordu, aynı videoda Soylu’ya, “Seni koruyan, yemeğini getirenler bizim arkadaşlar” diyordu. Yani, şoförü, aşçısı filan “benim arkadaşlardan” diyordu. Bu durumda kendisine devletin koruma vermesi, korunma ihtiyacından çok “makbul kişi” statüsünün bir onayı olarak önem kazanıyor; yoksa bakanları bile koruma (demek ki yeri geldiğinde korumama tehdidine!) gücüne sahip olduğuna inanan biri niye devlet koruması kabul etsin?
ORTAK KELİME DAĞARCIĞI
Bu faslı, Sedat Peker’in birçok yorumcuya bugünkü siyasetçilerin büyük çoğunluğundan daha “siyasi” bir dil, üslup ve akıl sahibi olduğu gözleminde haklılık payı olduğunu belirterek kapatayım, asıl meseleme geleyim: Nasıl olur da hem Sedat Peker, hem suçladığı herkes aynı temel kelime öbekleriyle kendi durumunu açıklamaya ve meşrulaştırmaya çalışır: Vatan. Millet. Namus. Şeref. Devlet. (Peker ve Çakıcı’nın, kendi “kötü”lüklerini söyleyen yönleri olmasa kim siyasetçi kim mafya ayırmak imkânsız olurdu. Gerçi Peker soyut olarak kötü olduğunu söylüyor ama somut olarak bir suçu üstlenmiyor, Çakıcı da kendine göre suç üstlenmiyor ama kumar oynattığını ve soygun yaptığını alenen söylemede bir sakınca da görmüyor. Neyse.)
Eski yüksek bürokrat ve siyasetçi Mehmet Ağar ile İçişleri Bakanı Soylu’nun laflaşmasının devamı da geldi, Ağar özür diledi. Özre geçmeden önce Ağar ve Soylu’nun bir ortak yönünü işaret etmek lazım: Yeterince destek görememek, bulamamaktan şikayetçiler. Eğer karşılarındaki söyledikleri gibi kendilerine iftira atan sıradan bir suçlu, bir adi mafya, bir pis çete ise zaten emirlerine amade savcılardan başka nasıl bir destek bekliyor olabilirler? Siyaset desteği? O zaman karşılarındaki nasıl bir “adi suçlu” olur? Burada paradoks yok aslında, ikisinin de iyi bildiği bir örtüşme var.
BİR ÖZRÜN ANATOMİSİ
Dönelim özre: Ağar, o (ben olmasam mafya çöker, üst düzey ricayla görevi kabul ettim) lafları kızgınlıkla söyledim dedi. Oysa üstüne basa basa, vurgulaya vurgulaya dile getirilmişti, “profesyonel” olarak görevde olduğunu, mekânı mafyadan koruduğunu tatlı tatlı anlatıyordu. Yani Sedat Peker ne kadar “siyasetçi ve meşru amaçlar uğruna devlet için çalışan kişi” mesajı veriyorsa o laf da o kadar “yeraltı insanı” mesajı veriyordu. Bu bir tür yer değiştirme değil, mafya-devlet görevlisi ayrımının hiç de belirli olmayışının sonucuydu aslında.
Görevi kabul nedenini (İlham Aliyev’in isteği olduğunu ima etmişti) de düzeltmek zorunda kaldı: "Zaten merhum (Haydar) Aliyev'den bu yana iki millet iki devlet bir millet anlayışı var. Dolayısıyla son Karabağ olayı çıktığı gibi kardeşlik olağanüstü gelişti. Bunun öncesinde Türk-Azerbaycan kardeşliğini sarsmaz bir biçimde güçlendirecek şekilde Marina sahiplerinin ricası üzerine ben bu görevi kabul ettim.”
Yani? Ağar’ın özel çıkarı “marina profesyonel yöneticisi olmak” (biz de böyle diyelim) ile bu genel hamaset bilgilerinin ilgisi? Özel çıkarla genel durumun bağı? Mantıksal olarak hiçbir ilişki yok, durumu açıklayıcı olarak her bakımdan ilgili!
Anti-hukukta da, özel bir çıkarı sağlamak için genel hukuk ilkelerini ve kurumlarını, aralarında hiçbir illiyet bağı olmadan kullanma söz konusudur, bu yapılırken o ilkelerin koruduğu hukuki yararın tam tersini elde etmek için ilkeler ve kurumlar deforma edilir. Ağar da anti-hukukun işleyişine hâkim bu mantığın, bütün kamusal ilişkilere sirayet etmesinin güveniyle anti-hukuk mantığını kamu önünde süren bir kavgada işletiyor; ne lafın, ne konumunun gayrimeşruluğunun farkında olmamasının sebebi, meşru ile gayrimeşrunun birbirine karışmasından ibaret. Bugün cari hukuki uygulamaların mafya işleri gibi görünmesinin sebebi de bu.
Ağar’ın bu açık itiraf içeren sözünü daha duyulduğu ilk anda mafyanın delili sayanlar olmasa Soylu oraya hiç takılmazdı da zaten. Zaten Ağar, sözlerinin sadece Soylu’yu değil “devlet”le bu günler için özdeş başka güçlerin rahatsız olduğunu bilmese özür de dilemezdi.
Bir ara toplam yapalım: Namus, vatan, millet, devlet lafları çıkınca nutuklardan şu laflar kalıyor: Kumar. Mafya. Soygun. Arazi. Çökme. Kıytırık marina. Uyuşturucu. Prensler, prensesler, sayılı zenginler. İş insanları. Birinci öbekteki laflar kavgada kullanılan silahlar, ikinci öbekteki laflar kavganın alanı. Peker “Alanda çok aşçım var” dedi, özetle.
Devam edeceğim, kavgadaki devlet-siyaset-şiddet ilişkilerinin soykütüğüne dair bir küçük denemeyle, boşuna Bahattin Şakir lafı geçmedi altıncı videoda.
NOTLAR
1- Soylu’nun, Peker’e yönelik, “karısının iç çamaşırı” lafı, Peker’in işadamlarına yönelik “Donunuzu da indiriyor musunuz” lafı, tarafların aynı patriyarkal jargon çukurundan beslendiğinden başka bir şey göstermiyor. Ama bu laflardan hangisi “muasır medeniyet seviyesine” yükselmek isteyen bir ülkenin bir bakanının sözü, hangisi “pis bir organize suçlu”nun sözü diye anket yapsanız, Türkiye’de bile sonuç şaşırtıcı olurdu. Anlaşılan “devletin bakanı”nın elinde, kızı-karısı-annesi konusunda “ortalığı yakacak kadar” hassasiyet ve sadakat beslediğini bağıra bağıra söyleyen Peker’in canını yakacak pek başka bir imkân yok.
2- Soylu (ve Ağar’a) iktidardan gelen “destekler” de tuhaftı, çoğu Çakıcı’nın yaptığı gibi, muhalefeti suçlayarak topa girdi. İktidar cenahından konuşanlardan farklı ses sadece Cemil Çiçek’ten çıktı, ama o da Ağar ve Soylu’nun hoşlanacağı şeyler söylemedi, “Binde biri doğru olsa vahim” türünden laflarla eski bir Adalet Bakanı olarak konuşma yolunu seçti. Ağarların ve Soylu’nun bu yalnızlığı, dillerindeki öfkenin belki de asıl sebebidir kim bilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklaması ile Süleyman Soylu’yu destekliyor mu eleştiriyor mu pek de belirgin değildi, ki Peker’in “Vallahi doğru söylüyor” demesi bu belirsizliğe umut bağladığının bir alameti.
3- “Beni yalanlamayın” demesinin sebebi artık anlaşılmıştır, bahsettiği kişiler onu yalanlayacak olurlarsa, onları boşa çıkaracak delilleri hazır. Hadi-Süleyman Özışık kardeşler meselesi bunun delili. Kavgadaki “medya” ağı meselesi pek ilginç değil, ama şunları not etmeden geçmemeli: a) Soylu’nun ilişkide olduğu Özışıkların yükselişine dair her ayrıntıyı biliyor, düşüşü de onun elinden oldu. b) Öte yandan Ağar’ın “kamuya” seslenmek için tercih ettiği isimler “eski medya” döneminde de gazetecilik yapan kişiler ve “kişisel çıkar”dan çok “ideolojik bağlılık”ları eleştirilen kişiler. Yani Ağar (Sedat Peker kadar olmasa da) medya stratejisi bakımından Soylu’dan daha derin… Soylu’nun Ağar’a “gazeteciyi suçla kurtul” suflesini Ağar’ın hiç ciddiye almaması, aksine konuştuğu gazeteciyi koruması işi bilenle bilmeyenin farkı. c) Peker, Boynukalın’ı zikrederken, kendisinden ricacı olan iktidar milletvekilini koruması, videolara hâkim stratejiyi en iyi açıklayan yerlerden biri: Rolünü zikret, ses çıkarmazsa sen de konuşma, konuşursa delil hazır.
4- Boynukalın, Hürriyet'e saldırıdan iki ay sonra, Kasım 2015'te yapılan seçimde milletvekili adayı gösterilmedi. Boynukalın daha sonra o saldırıya ilişkin haberlerin erişiminin engellenmesi için mahkemeye koştu. Başına geleni anlamıştı muhtemelen. Bu satırların yazarının kısa bir Boynukalın portresi için, buyrunuz.
http://utay-alidurantopuz.blogspot.com/2016/02/ak-partinin-genclige-hitabesi-boynukaln.html
5- Yukarıdaki yazıda, aşağıdaki sözler düşünülüyordu esasen.
Bu Mehmet Ağar:
“Benden, ehli namus olan, ehli vatan olan kimse şikayetçi olmaz. (…) Beni gündeme getirmelerinin asıl nedeni de bizi buradan uzaklaştırmak. Bizi buradan uzaklaştırınca yapılacak olan da belli: Buraya mafya çökecek. Bugün eğer mafya buraya giremiyorsa bizim burada olmamızdandır."
Bu Süleyman Soylu:
“Bu süreçte “belki dil sürçmesidir” diye hâlâ tekzibini beklediğim cümle. Biz olmasa idik oraya mafya çökecekti cümlesidir. İnşallah saygısız gazetecinin çarpıtmasıdır. Benim devletim Libya'ya ve Karabağ'a çökülmesine fırsat vermedi. Kıytırık bir marinaya mafya bozuntularının çökmesine fırsat vermez."
Bu Sedat Peker:
“Biz bu vatanın fedaileriyiz, biz bu vatanın serdengeçtileriyiz, biz bu vatanın delileriyiz. Benim meselem şeref, namus meselesi. Savaşçılar (Che Guevara için) namuslu adam olurlar.”
Bu Alaattin Çakıcı:
“Ömrümde kaçakçılığın hiçbir türüne elimi sürmedim. Devlete ait herhangi bir hazine arazisinin çöpünü almadım. Bir garibe yaşadığım sürece hiçbir zararım dokunmadı. Daha evvel de beyan ettiğim gibi bir müddet demir ticareti yaptım. Otel kumarhanesi işlettim. Geçmişte devleti soyan hırsızları soyup onu da herkesle paylaştım.”
“Hep demişim imamın kıblesi Kâbe’dir. Mensup olduğum milletimizin yönü devletin bekası ve devamlılığıdır.”
6- Peker’in altıncı videosunda yine “az az anlat, devamını tepkilere göre kurgula” yöntemini kullanıyordu. Lakap takma meselesi (Demirören’e “pambıkören” gibi) yeraltı üslubunun bir parçası anlaşılan.
Erdoğan’a sevgi ve saygısını dile getirirken, hem tanışıklıklarının çok daha eskiye, Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemine gittiğini anlattı, hem de ilişki ağının daha yakın çevreyle olduğunu gösterdi: Erdoğan’ın da saygı duyduğu bir İsmailağa hocasının evine girenlerdenmiş o da.
O hocayı, Alevilik sevgisini filan anlatırken, Ebu Süfyan’dan bahsetmesi boşuna değil; Soylu’nun iktidar heyetine sonradan ve çıkar için katıldığını anlatıyordu. O, “Allah’ın Arslanı Ali’den”, rakibi “Ebu Süfyan’dan.
Kendi anlattıklarından sonra 600 küsur kişi için dinleme kararı çıktığını söylemesi sadece şoför-aşçı-koruma ağında değil, adli bürokraside de güçlü olduğu imasını içeriyor. Uyuşturucu operasyonları ile ilgili verdiği bilgiler (yarım kilo da mı yoktu) ise güvenlik bürokrasisinde olan biteni bildiğini göstermek içindi.
“FETÖ şantajları” meselesi de dedikodu mahiyetinde dolaşan bilgilerin somut örneklenmesi niteliğindeydi.
Gelecek videoda öfkenin ve ifşanın çok olacağını söylemek kehanet sayılmaz, “iç çamaşırı” meselesinin provokatif etkisinin boyutlarını göreceğiz.